Boğaziçi’nde Bir Fakir Orhan Veli

Türk edebiyatı, tarihi boyunca birbirinden derin şiirlere ve onların sanat ateşiyle kavrulan tutkulu şairlerine tanıklık etmiştir. Kimi tek kelimesiyle dünyayı ayağa kaldırmış, kimi destan yazsa noktası hatırlanmamıştır. Buna rağmen bazı şairler vardır ki bedenen bu dünyadan göçmüş olmalarına rağmen ruhlarının yankılarını dört bir yanda duymaya devam ederiz. Kimi zaman bir şarkıda şahitlik ederiz çoktan yitip gitmiş bir aşka, kimi zaman da dumanı üstünde ekmek kokularında duyarız yoksulluğun çaresizliğini. Şarkıların susmadığı, yankıların çığlıklara dönüştüğü bir şehir vardır: İstanbul. Hiç düşündünüz mü neden boğaza doğru bakarken hepimiz uzaklara dalıp derin düşüncelerimizin esiri oluruz? Neden tüm gizli saklı duygularımız, bir köşede unutulmuş heveslerimiz bir anda göğüs kafesimize dolar?  İşte bu hissiyatın nedeni İstanbul’un her köşesine işlemiş şairlerin yankılarıdır. Attığımız her adım, gittiğimiz her yol şiire çıkar. Bir şairimiz vardır ki Urumeli Hisarına oturmuş, oturmuş da bir türkü tutturmuştur. Tarifsiz kederler içinde bir garip şair: Orhan Veli.

Dünyaya gözünü İstanbul’da açmış, çocukluğunu burada geçirmiş ve ne yazık ki ölümle de burada tanışmıştır. Hayatı boyunca varlığı da yokluğu da tecrübe edinmiş şairimiz, oldukça mütevazi bir yaşam geçirmiştir. Edebiyat aşkı daha ilkokul sıralarında başını sarmış, ilk hikayesi bir dergide çoktan basılmıştır. 1941 yılında 2 şair arkadaşıyla başlattığı Garip Akımı, edebiyatçılar arasında sonu gelmez gürültülü bir tartışmaya yol açmıştı. Özellikle Orhan Veli’nin “Kitabe-i Seng-i Mezar” adlı şiiri, Garip Akımı’nın amaçlarının bir özeti kabul edilerek akımın sembol şiiri olmuştu. Dönemin aydınlarından bazılarının desteğini alsalar da sözü geçen birçok şairin sivri eleştiri oklarından hatta acımasız söylemlerinden kaçamamışlardı.

Kitabe-i Seng-i Mezar

Hiçbir şeyden çekmedi dünyada

Nasırdan çektiği kadar;

Hatta çirkin yaratıldığından bile

O kadar müteessir değildi;

Kundurası vurmadığı zamanlarda

Anmazdı ama Allah’ın adını,

Günahkâr da sayılmazdı.

Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.

          …

Tüfeğini deppoya koydular,

Esvabını başkasına verdiler.

Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,

Ne matarasında dudaklarının izi;

Öyle bir ruzigar ki,

Kendi gitti,

İsmi bile kalmadı yadigâr.

Yalnız şu beyit kaldı,

Kahve ocağında, el yazısıyla:

“Ölüm Allah’ın emri,

“Ayrılık olmasaydı.”

Bilirsiniz ki yeni ve farklı işleri gerçekleştiren cesur insanlar tarih boyunca sahneden indirilmeye çalışılmıştır. Her zaman düzeni bozan kötülenmiş, herkesin aynı renk olması uygun görülmüştür. Bu kural böyledir ve aslına bakarsanız Orhan Veli’nin kimsenin beğenisini almak istediği de yoktur. İstediği sanatı yapmış hatta karşı çıktığı kafiyeyi kullandığında kendisini yerden yere vuranlardan daha başarılı olmuştur. Şiiri o ulaşılmaz tepeden indirmiş, sokağa taşıyıp halkla buluşturmuştur. Garip sonrası dönemde neden eski şiir tarzına döndüğü sorulduğunda “Onları beş sene önce yazmıştım. Beş sene sonra da aynı şeyleri söyleyecek olduktan sonra neden yaşadım?” diye cevaplar. Sanki ömrünün erken biteceğini biliyor gibi konuşmuştur. Şiirlerinde öleceğimiz için üzülmenin boşa olduğunu yazdı, ne görmüştü dünyada kötülükten gayri? Serde erkeklik var ağlayamazdı. Bedava olan şeyleri severdi: denizi, gökyüzünü, bulutları… Zaten hayat daha fazlasına sahip olma gücü de vermemişti ona. Ölümünden sonra cebinden 30 kuruş çıktı ve bir diş fırçasına sarılı şiiri, tıpkı şairi gibi yarım kaldı. Şiirlerinden ironiyi eksik etmedi. Hep karşı çıktığı kafiyenin onu gelip mezar taşında bulması, hayatını özetler gibiydi. Orhan Veli, 1914-1950…

2 Yorumlar

  1. Orhan Veli’yi hiç bu açıdan tanımamıştım.Bu yazı sayesinde daha çok eserini okuyacağımdan emin olabilirsiniz.Teşekkürler.

Bir cevap yazın