direnmek ya da delirmek

Buraya ne zaman geldiğimi artık hatırlamıyorum ama nasıl geldiğim hala her ayrıntısı ile aklımda. Emin değilim ama ellerime bakınca son derece zayıflamış gibiyim. Parmaklarımdaki eklemlerin iki yanında, kemik çıkıntıları fark edebiliyorum.

Bembeyaz bir oda, penceresiz. Yalnızca bir yatak var, çarşaflar bembeyaz. Duvarda asılı olan saate bakarak günün neresinde olduğumu anlamaya çalışıyorum. Saat on ikiye geliyor ama gece yarısı mı yoksa gün ortası mı emin olamıyorum. Odada hep aynı beyaz ışık var, günün döngüsünü kaybediyorum.  

Arada sırada odaya yanında iki hasta bakıcı ile bir doktor geliyor. Sesine bakılırsa henüz otuzlarında ama yüzünü hiç görmüyorum çünkü ben hep onun beyaz ayakkabılarına bakıyorum. Ne başımı kaldırıyorum ne de ağzımı açıp tek bir kelime ediyorum. Bazen onun yorgun çabasına olan kayıtsızlığımdan doğan bir mahcubiyetle ağzımı açacak veyahut başımı kaldırıp gözlerine bakacak oluyorum, sonra vazgeçiyorum. Konuşuyor duyuyorum ama kelimeler arasındaki bağlantıyı kuramıyorum.

Birkaç saat önce odama gelen hemşireye, ağaç görmeye ihtiyacım olduğunu söyledim. Cevap vermedi, ilaçlarımı uzattı, yuttuğuma emin olana kadar başımda dikildi, ağzımı kocaman açtım görebilsin diye ve sonra gitti.

İnsan her gün bu ve benzeri durumda onlarca insan görürken nasıl da yürekten inanıyor kendi başına hiçbir şey gelmeyeceğine ki zaten nasıl uyurdu aksi halde sıcak yatağında, dışarıda üşüyen onlarca insanı ve kediyi ve kuşları ve köpekleri ve hatta yalnız çocukları bile bile… 

Ben uyuyamayanlardandım. Buraya gelmeden hemen önce, aylar süren, insanı tüketip yok eden, yoğun bir uykusuzluk çekmiştim. Yolda yürümek bile imkansızlaşmıştı neredeyse. Kalabalık caddelerde, ışıltılı restoranlar görüyordum, tam karşılarında çocuklar vardı, hava simsiyah ve ayazdı, çocuklar yalınayak… Birini doyurmaya gücüm yetse, diğer ikisi aç kalıyordu, azalıyordum. Gözlerimi kaldırıma dikecek olsam, kalbinde karanlıktan başka bir şey olmadığına emin olduğum birine ait bir çift bot, bir kediyi tekmeliyordu. Gökyüzüne bakıyordum, gökdelenlerin ışıkları gece kuşlarını katlediyordu; aşağı düşerken onlar, ikisini tutsam beş tanesi betona çakılıyordu, ağlıyordum ve uyuyamıyordum.

Eve kapandım bir süre. Perdeleri çektim, telefonu ve televizyonu kapattım, kitaplarımı depoya kaldırdım. Gördüğüm, duyduğum, okuduğum her şeyi unutursam uyuyabileceğimi sandım. Derin bir hüznün içinde nefessiz kalmadan dünyayı izlemek imkânsız hale gelmişti adeta. İnançla inançsızlık arasında gidip gelirken, yaşamım gerçekliğini kaybediyordu. Bazen ruhum, sanki bedenimi dışarıdan izliyor, çektiği ıstırap yetmezmiş gibi bir de kendi bedeninin zavallılığını dert ediniyordu.

Üç hafta kadar olmuştu ki kapımın altından içeriye atılan dergiyi görünce, aboneliğimi iptal ettirmeyi unuttuğumu anladım. Derginin ön kapağında gencecik, sarışın bir kızın fotoğrafı yer alıyordu. Gözlerindeki ifadeyi çok iyi tanıyordum; öfke, çaresizlik ve acı… Boynunda gri bir fular, başının üstünde gözlükleri ve sanki omuzlarında dünya yükü vardı. Fotoğrafın hemen yan tarafında, “Gerçekleri bir an için unutmak gerçekten çok zor ve zaman alıyor.” yazıyordu. Kayıtsız kalamadım. 

Rachel Corrie, 23 yaşında, doğup büyüdüğü şehirden binlerce kilometre uzaktaydı. Çocukların, gece karanlığını, gökyüzünden aydınlatan ışıklardan korktuğu bir şehir vardı. Gazze’de bir baba çaresizlikle yere çökmüş, acısının ağlayamayacak kadar keskin olduğunu anlatan bir ifade ile kameraya bakıyordu. Üstü başı toz, ter ve kan içindeki babanın kucağında, ölüm soğukluğunu tek bir fotoğrafla bile tüm benliğinizde hissetmenize yetecek kadar cansız bir çocuk bedeni duruyordu., Kalbim çocuğun ölü bedeninin ağırlığı altında eziliyor, bense kendime engel olamayarak sayfaları çeviriyordum.

Rachel Corrie, 16 Mart 2003’te, 23 yaşında, bir buldozerin altında kalarak öldürüldüğünde evinden binlerce kilometre uzaktaydı. Filistin’de geçirdiği 7 haftalık süreçte yazdığı mektuplarda, “Okumak, konferanslara gitmek, belgesel izlemek ya da anlatılanları dinlemek beni buradaki gerçekliklere hazırlamamış. Bu durmalı. Hepimizin her şeyi bırakıp hayatlarımızı bunu durdurmaya adamamızın iyi bir fikir olduğunu düşünüyorum. Dünyaya geldiğimde istediğim şey bu değildi.” diyordu. Sanırım o da uyuyamıyordu.

Dergide yazılanlara göre; öldürüldüğü esnada, üzerinde turuncu bir yelek ve elinde megafon vardı, buldozer üzerinden iki kez geçti. Adaletsiz ve devasa bir acımasızlığa direnmek istemişti. Göğsü parçalanmış, kafatası kırılmış, yüzü kan içinde kalmıştı. Mahkeme olayı “üzücü bir kaza” olarak nitelendirmişti. Esas üzücü kaza, bu dünyada var olmayan bir adaleti haykırmak mıydı acaba?

Dergiyi yavaşça yere bıraktım. Derin bir nefes aldım, gözlerimi kapattım, arkama yaslandım ve sonra delirdim.

Gördüklerim, duyduklarım, her gün sıradanmışçasına şahit olduklarımla beraber delirdim. Kasvet neşeden çok daha hızlı ve etkili büyüdü ellerimde, kalbimde, gözlerimde. Birkaç saat önce odama gelen hemşireye, ağaç görmeye ihtiyacım olduğunu söyledim. Cevap vermedi. Zeytin ağaçlarını kestiler, adına para denen lanetli bir kâğıt parçası için. Sonra hepimiz bu lanetin altında ezildik, tüm insanlar ve bizimle, masumiyetini yitirmemiş diğer canlılar, çocuklar ve doğa da helak oldu kötülüğümüzden.

Ağaç görmeye ihtiyacım var. Çaresizlik içindeyim. Savaş devam ediyor dört bir çevremizde. Denizler kirleniyor. Kimsesiz çocuklar ve kimsesiz kalacak olan çocuklar var. Büyüyüp savaşa yollanacaklar, kimileri işçi olacak ve ölecek hak arayışında kimi öldüren olacak. Bazıları doktor olacak ve ben hala hasta olacağım belli ki bu beyazlık içinde.

Öyleyse delirmekten daha iyi bir seçenek varsa eğer o da Rachel gibi haksızlığa direnirken yok olup gitmektir belki de…

Yazar

1 Yorum

  1. Dünyadaki olup biten savaşlara, haksızlıklara,çaresizliklere ve doğaya karşı yapılan duyarsızlıklara karşı bir çok insanın duygularına tercüman olduğunuz için çok teşekkür ediyorum
    Ve sizi alkışlıyorum.Yüeginize kaleminize sağlık….

Bir cevap yazın