Friedrich’in “Meşe Ormanında Manastır” İsimli Tablosu: Hazineye Malik Viraneler

Yalnızlığına zincirlenmiş bir mabedin gotik meşelerle çevrili olması nedendir? Peki ya tanrılarından tecrit edilen bir mabedin ölüme kapı aralaması? Tüm bu saçmalığa rağmen eli tabutlu üç beş sefil ruhun boşluğa süzülüşü?..

Gördüğünüz Friedrich’in (19.yy) “Meşe Ormanında Manastır” isimli tablosu. Hristiyanlık öncesi Durit geleneklerini andıran ürkütücü meşe ağaçlarının mahrup mabet üzerindeki tahakkümü… Kasvetli örtüler altında ölümden istiğna eden ve tabutla manastıra girmeye çalışan bir avuç insan… Faniliği ve öncenin sonraya karşı mücadelesini sembolize eden birkaç figür… Ve daha niceleri…

Ne zaman bu tabloya baksam içimde bir umut belirir. Onca keşmekeşliğin, karamsarlığın, abesle iştigal ritüellerin fikir çürüten koflukları karşısında bir sadelik, iyimserlik ve atıl dehlizlerden feveran eden hürriyet mırıltıları işitirim. Devasa mabetlere tıkılıp secde ettiğimiz putların ilahi nizam karşısında ne kadar aciz olduklarını görür, müşteki arzularla şakaklarımıza yapışan birkaç toz tanesinin sahte göz yaşlarından tiksinip yerlere kapanışına şahit olurum.

Bugünlerde daha bir arar oldum bu tabloyu. Şehrin insanına baktıkça beliriveriyor zihnimin derinlerinde. Kuru kalabalıkların, yoksul ruhlu hız tutkunlarının, asık suratlı benizlerin, soluk ifadeleriyle esaretine selam çakan kent neferlerinin sefaletini görüyorum bu tabloda. Bizlerin sefaletini… Nasıl mı? Kısa bir yolculuğa çıkalım o halde.

Evvela her şey Prometheus’un acıyla yoğurarak insanoğluna teslim ettiği ateşi hor kullanmakla başladı. Tabiata başat olup tanrısallığa vasıl olma güdümüzü yitirdik böylece. Ateş olup yakmayı, yanmaya tercih ettik. Bize emanet edilen her nesneyi tütsülere boğarak arzularımızın kulak tırmıklayan haykırışlarına kurban verdik. Sonra uygarlıklar inşa ettik kurtlu kerestelerden. Tabiattan çaldığımız taşlarla görkemli dağları kıskandıran manastırlar diktik. İçine meşe ağaçlarından oyulmuş tanrılar yerleştirdik. Tapındıkça körelttik düşüncenin kıvrak keskinliğini. Körelmiş fikirlerle budadık tabiatın bize uzattığı yardım elini. İrfanla imanı karıştırdık böylece.

Sonra akan kanlardan suni kentler imar ettik. Etrafını girit taşlarıyla ördük. Körelttiğimiz ferasetimizi bu taşlarla biledik. Usun füruzan aydınlığıyla temaşa ederken mabetlere tozlu çarıklarla girdik. Çarmıha gerdiğimiz keşişlerin kemiklerini beher porselenler içerisinde kıymetli takılara tahvil ettik. Hislerimizi tabiatın öfkeli rüzgârlarına asarak aklımızı mücevherlerin güneşte parlayan timsaline zerk ettik. Her eylemimizde bir karşılık bekledik. Çıkarlarımızı korumak suretiyle yoksulların omuzlarına tırmandık fütursuzca. Değerli ne varsa geçmişten miras kalan, hepsini bohçalara sarıp pazarlarda teşhir ettik. Pandora’nın kutusundan fısıldayan kadınlarımızı azgın şehvetlerin cariyeliğine tebdil ettik. Şehvete tabi olmayan her fısıltıyı ise sopalı ezgilerle terbiye ettik. Münevverliği aydınlanmayla karıştırdık böylece.

Gönül tahtını kırarak savaşlar yarattık sözde ifsadı def eylemek için. Harp meydanlarında onur ve cesaret mücadelesi verdik safdillikle. Canına kıydığımız her bir ferdin yarasına hortum bağlayıp çürük kokulu kanlarını kurumaya yüz tutmuş ırmaklara boşalttık. Kanla karışık feryatlarla köpürttüğümüz ırmaklarımızı okyanuslarla buluşturmak üzere cesetlerden kanallar inşa ettik. Sonrasında okyanus kıyılarına çarpan Aylan bebekleri, çocuk cesetlerini toplatmak için sahillere eli tüfekli nöbetçiler yerleştirdik. Cesareti cüretkârlıkla karıştırdık böylece.

Yepyeni sadık yârimler bulduk toprağı kıskandıran. Kazmaları görgüsüzce savurduk tabiatın beline. Ormanlara çanlarında kürek sesleri işittiğimiz sedası gür, manası seyrek ve bir o kadar da dünyevileşmiş mabetler diktik. Ağaçlardan minareler yaptık, çiçeklerden vitraylar. Sonra mabetlerden sıkılıp yerle bir ettik içindeki tanrılarla birlikte. Yıkık mabetlerin özenle yerleştirilmiş taşlarından kütüphaneler dizdik sıra sıra. İçindeki her bir kitaptan hakikate emsal karineler aradık. Sıkıldık sonra. Kütüphaneleri de yaktık nihayetinde. Geçmişten geleceğe miras her bir mektubu fabrikalarda yakıt olarak kullandık. Küllerini sığ okyanuslara boşalttık. Bulutları yaran gökdelenler inşa ettik kentin ortasına. Fabrikaları gökdelenlere tabi kıldık. Bahçelerini istikrah duvarlarından köşklerle süsledik. Külfete malik saraylarda ehlihakikati aradık böylece.

Nihayetinde kirlettik her şeyi: Tabiatımızı, ferasetimizi, düşüncemizi, irfanımızı, cesaretimizi…Elimizde sadece mahrup bir manastır, ürkütücü meşe ağaçları, mücadele asrından kalan kokmuş bir ceset, çarmıhtan kurtulmayı başaran üç beş keşiş ve yepyeni bir düşünce aydınlığına gebe yarım ay kaldı. Ve tabii ki zaman. Zamanı aşmak için kanatlandığımız uçurumlardan yeryüzüne çakılan ruhumuzla ve icat ettiğimiz tekniklerin sarhoşluğuyla meşk eden benliğimizin erozyonuyla baş başa kaldık. Bunca felaketle yüzleştikten sonra geriye dönüp baktığımızda yıpranmadan baki kalan tek şeyin zaman olduğunu görmek acziyetimizi aşikâr etmeye yeter sanırım.

Sonralar öncelerden, ölümsüzler fânilerden, cesurlar korkaklardan, akıllılar delilerden efdal ve uygar değilse ne için var bunca hengâme? Ne saçma ne budalaca insanlığın tekerrür eden kaderi? İnsanoğlu girift bir bilmecenin sırrına malik olmak üzere tabiata fırlatılmış kaotik bir yaratıktan başka nedir ki o halde? Tekmil etmeyen bilinçlerin ilahi varoluş sevdasına bürünmesinden başka nedir?

Tabiatta doğup, tabiatta ölen bizler ona bu kadar muhtaçken bizi terk etmesi düşünülebilir mi? Anne evladını itip kakabilir mi? Belki de tabloda gördüğümüz tabutta insanlık vardır. O hâlde kasvetli giysiler içerisinde yürüyen ahali kim ola ki? Tanrılarımız mıdır acaba? Bu durumda meşe ağaçları arasında gördüğümüz mahzun yapı da mahşer kapısı olmalı?

Hayır, hayır! Hemen ümitsizliğe düşmemek gerek zannımca. Friedrich fısıldamış bizlere, bakın tabloya. Gökyüzünde bir hilal göreceksiniz. Yeni aya gebe bir hilal. Yeniden doğuşa gebe olmalı insanlık. Hilale doğru yürüyen insanlar yeni dünyada inşa edecekleri müzelere koymak üzere omuzlarında geçmişin cesetlerini taşıyorlar. Sonra mahrup mabetten süzülerek hilalden yeryüzüne uzanan bir yola düşecekler. Yollarda bir levha ve levhada “Prometheus’un zincirlendiği taşa hoşgeldiniz” yazısını görecekler. Hermes bir kartal gönderecek ardından. Gagasında Prometheus’un kanlı ciğerleriyle beraber gelecek. Geçmişin karşı koyulmaz ağırlığından düşen omuzlara konacak. Engin kanatlarıyla sahiplendiği tabutu sahibine teslim etmek üzere yollara koyulacak. İnsanlığın kat ettiği yollara…

Sanatla Kalınız…

Bir cevap yazın