Bugün yeni bir söyleşi ile karşınızdayım. Deneme yazmayı çok seviyorum ama açıkçası söyleşinin yeri bende daha bir ayrı… Bunun nedeni ise aklımdaki soruları tanışmak ve fikirlerini almak istediğim insanlara sorabilmem. İşte bu insanlardan birisi de Can Çocuk Yayınları genel yayın yönetmeni yardımcısı, çocuk ve gençlik kitapları editörü, çevirmen Mehmet Erkurt. Bu söyleşi serisini ilk düşündüğüm zamanlardan beri aslında bu söyleşiyi yapabilmeyi kafamda tasarlamıştım. Bir gün cesaretimi toplayarak Mehmet Bey’e bu söyleşi fikrimden bahsettim ve o da ne mutlu ki hemen kabul etti, iyi ki de etti çünkü böylelikle böylesine pozitif enerji dolu, kibar ve donanımlı bir insanla tanışma fırsatı elde ettim. Bu nedenle sorulara geçmeden önce sizlerin huzurunda kendisine teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Bugün çocuk edebiyatıyla ilgili konuşacağımız için açıkçası bu söyleşinin meydana gelme sürecinde gerçekten çok heyecanlandım ve bir an önce sizlerin beğenisine sunmak için sabırsızlandım. Bu yüzden sözü fazla uzatmadan sizleri Mehmet Erkurt’un keyifli sohbetiyle baş başa bırakıyorum. İyi okumalar…

1) Öncelikle söyleşi teklifimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Sizi dergimizde ağırlamak bizim için çok büyük bir mutluluk. Size sormak istediğim sorulara geçmeden önce, aslında sizi de daha iyi tanımak isterim. Mehmet Erkurt kimdir? Bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?
Madem konumuz çocuk edebiyatı, ben de söze çocukluk ve edebiyatla başlayayım. Çocukluğum İstanbul’da, pek çok yaşıtım gibi bahçede arkadaşlarımla koşturarak, çeşitli oyunlarla geçti. Kitaplar her zaman çizgi filmlerin, kendi kurduğum oyunların ve Lego’nun gerisinde kalıyordu. Hayalperesttim, hâlâ da öyleyim. Fantastik diyarlar ya da içinde bulunduğum bu diyarı fantastik kılacak bütün senaryolar çekerdi beni -hâlâ Hogwarts’tan gelecek mektubu beklediğimi söylemiş miydim? Bu hayal gücünü karşılayabilecek, ona eşlik edebilecek bir çocuk edebiyatının varlığından söz etmek çok zordu ki, bugün de, bazı üstün örnekler dışında, ulaşılan niceliğe karşın çocuğun engin hayal gücüne eşlik edecek türde eserler bulabilmek kolay değil. 12-13 yaşlarıma kadar en çok çizgi romanlarla iç içeydim. Buna karşın sevdiğim kitaplara yapışıp kalırdım. Barbara Sleigh’in Kediler Kralı’nı, Mark Twain’in Tom Sawyer ve Huckleberry Finn romanlarını ve bunun gibi birkaç kitabı tekrar tekrar okumuştum. Edebiyatla buluşmam esas lise yıllarıma denk gelir. Fransızca tutkusuyla ve çevirmenlere duyulan hayranlıkla dolu St. Michel Lisesi yıllarına. Sonrası Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi ve Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim Yüksek Lisans Programı.
2) Çocuk kitapları ile yolunuz nasıl kesişti?
Pal Sokağı Çocukları’nı okuduğumda, bir kitabı elinden bırakamamanın ne demek olduğunu anlamıştım. Peter Pan’la da çocukluğumla ilk kez mesafelenmiş, çocukluğu bambaşka bir noktadan sevmiştim. Keşke çocukluğumla kesişseydi dediğim pek çok kitapla üniversite yıllarımda tanıştım -Harry Potter tutkumu çocuk kitaplarından ayrı tutarak, lise dönemini katmıyorum. Üniversite hazırlık sınıfında, kuruluşunun 5. yılındaki Günışığı Kitaplığı’yla yollarımız buluştu. Hem kurucularından hem de o zamanlar yayınevinin editörü olan Müren Beykan’la birlikte Daniel Pennac’ın dört kitaplık “Kamo” dizisini (bugün Delidolu Arkadaşım adlı tek bir kitapta toplandı) birlikte çalıştık. Sonra yayınevine düzenli okuma raporları yazmaya başladım. Okuduğum Fransızca ve İngilizce romanlar bambaşka dünyaların kapısını açtı benim için. Çocukluğun hiç bitmediğini ve oradaki hayal kaynağının edebiyatla sürekli canlı tutulabileceğini öyle anladım. Profesyonel anlamda ilk adım ise, üniversiteden sonra Günışığı Kitaplığı’ndaki yayın yönetmeni asistanlığı görevimdi.
3) Çocuk edebiyatı ile haşır neşir olmaya başladıkça çoğu insanın bu edebiyatın ne olduğunu bile bilmediğini fark ettim. Kendi tecrübelerime dayanarak söyleyecek olursam, genel olarak çocuk gelişimi alanı ile karıştırılıyor da diyebilirim. Bu nedenle size öncelikle şunu sormak istiyorum: Çocuk edebiyatı nedir? Ne işe yarar?
Edebiyat ne işe yarar… Bu soru bana sevgili arkadaşım, yazar ve editör Burcu Aktaş’ın hep hatırlattığı Borges cümlesini getirir: “Kanaryanın ötüşü ya da çok güzel bir günbatımı ne işe yarar…”la başlayan o cümleyi. Borges biraz sinirlenir bu soruya, tedirgin edici bulur belki. Yine de sizin sorduğunuz yerden, özellikle çocuk edebiyatına doğru bakınca çok haklı bir yönü var bu sorunun: Çocuk edebiyatı çocuk gelişimiyle, diğer bir deyişle eğitimle sürekli karıştırılıyor. Yirmi yıl öncesine göre çok daha edebiyat odaklı bir üretim ve yayıncılık söz konusu olsa bile, sadece yayımlanan eserlere değil ülkenin genel okuma ve yazma eğilimine baktığımızda, eğitimci bakış çocuk edebiyatında hâlâ çok baskın. Yayınevlerine gelen başvuru dosyaları çocuklara neyi aktarmak istediğini, hangi değerleri vurgulamaya çalıştığını, hangi kazanımları esas aldığını, neleri düşündürmeyi hedeflediğini açıklayan cümlelerle dolu. Açıklamak, aktarmak, vurgulamak… Çocuk edebiyatını eğitimin bir parçası görme eğilimine sıkıca tutunuyor yetişkin dünya. Keşke o yetişkinler çocuğa ‘öykü’ anlatmak istese artık. İnsanı anlatmak, çocuğu anlatmak, içinde devindiğimiz hayatı anlatmak. Kurgulasak, atmosfer yaratsak, çocuğun da okuyacağını düşünerek hayaller kursak. Edebiyat kadar insanı ve hayatı bütün potansiyeliyle, olası yüzleri ve çeşitliliğiyle anlatabilecek başka ne var? Böyle bir anlatım zaten hayata dair pek çok fikri içerir. O dar, kısır ve zevksiz ‘gelişim’den çok daha fazlasını sunar. Ötekine doğru bir yoldur edebiyat, bir arada yaşayışımızın öyküsüdür aynı zamanda. O yüzden de ötekini reddedenlerle, bir aradalığımızdan tedirgin olanlarla var olamaz, olamıyor da.
4) Sizce, çocuklar için bir edebiyata ihtiyaç var mı? Neden?
Bir arkadaşım, “Edebiyat olmasa hayatta olmazdım herhalde,” demişti. Onun hayatına özgü bu cümle, kuşkusuz, verdiği pek çok mücadeleyi ve bir dönem hissettiği desteksizlik içinde öz kaynaklarını harekete geçirmek için edebiyatın ona nasıl yardımcı olduğunu özetler nitelikte. Evet, onun hayatına aitti bu cümle ama beni o kadar derinden etkilemişti ki. Hayatlarımız kısıtlı. Süremiz de yaşam gücümüz de kısıtlı. Bir yere kadar hızlanabilir, bir yere kadar kapsayabiliriz. Deneyimlerimiz, bakış açılarımız, düşünüş ve duygulanım biçimlerimiz, öğrenebilme ve anlayabilme sahamız her zaman kısıtlı olacak. Edebiyat bu kısıtları hepten kaldırmayacak belki ama genişletecek, derinleştirecek. Bizi anlatan da öykülerimiz, bizi buluşturan da. Çocukların edebiyatla yaşayacağı deneyimin bu açıdan yetişkinlerden bir farkı yok. Hayata doğru bir adım atıyor herkes. Hem ileriye doğru hem de kendine, içeriye doğru. Herkes deneyimi ve bilgisi üzerine kuruyor kavrayışını, yorumunu, sonucunu. Bir öyküyü çocukların da okumasını hayal etmek, o öyküyü anlatılanın özüne, berraklığına biraz daha yakınlaştırmak demek. Sofistike hale getirmeden (ama estetikten de ödün vermeden), yalın kalarak (ama basite de kaçmadan), referans yığıntısı yaratmadan (ama içeriksizliğe de yol açmadan), ilgi çekici bir dili ve anlatımı kurarak (sakın ha çocuklaştırmadan ve açıklamadan) yazabilmek demek. Çocuğun engin hayal gücüne, merak düzeyine, sorgulama potansiyeline erişmeye çalışmak gibi sıkı bir iş bekler bu türü yazmak isteyenleri. Sağlam bir edebiyat ve tevazu sınavını göze almak aslında tam da.
5) Çocuk edebiyatı, edebiyatın dışında kalan bağımsız bir edebiyat mıdır?
Bir türdür, diyelim daha ziyade. Adını ve var oluş temelini okurundan alan yegâne tür. Anlatım özelliklerini ve çeşitliliğini ona göre yaratan, bakış açılarını geliştiren, deyiş biçimleri üzerine kafa yoran, anlatılmaz sanılanın sınırlarını zorlayan ve bu anlamda temalarını günden güne zenginleştiren, anlatım olanaklarını evrilterek üreten, metaforlarını çeşitlendiren, imgelerine her geçen gün yenilerini ekleyen, belki ister istemez okurunu hayal eden bir tür. Okur odaklılığa gençlik edebiyatını katanlar da var ama ben bu konuda ikircikliyim. Gençlik edebiyatında artık çocuk odaklılığın gerektirdiği çaba ve arayışlardan kopuyor, öykünüzü kendinizden çıktığı gibi anlatabiliyorsunuz. Gençlik edebiyatı daha tematik bir tür benim için, polisiye gibi, bilimkurgu gibi. Konu seçimleriyle, belki karakter seçimleriyle ve anlatıcı tiplerine, seslerine bağlı farklılıklarla kendini gösteren bir tür. Çocuk edebiyatı ise kaçınılmaz olarak bir okur odaklılık içeriyor. Aynı anda hem o odağı kaybetmeden yazma ve hem de edebiyatta kalma çalışması demek.

6) Çocuk edebiyatının Türkiye’deki gelişimi hakkında ne düşünüyorsunuz? Ülkemizde bu alana gereken önem veriliyor mu? Eğer verilmiyorsa bunun nedeni nedir?
Çocuk edebiyatının Türkiye’deki gelişimi kuşkusuz çocuğa yaklaşımımızla doğrudan ilintili. Çocuğa bakışımız kendimize bakışımızdan çok da farklı değil. Hayallerimiz, kaygılarımız, emellerimiz, korkularımız, kimlik arayışlarımız, öfkemiz, hüsranlarımız, isteklerimiz ve çekincelerimiz çocukla kurduğumuz ilişkiye yansımakla kalmaz, bu ilişkiyi ve ona olan bakışımızı doğrudan biçimlendirir. Kendimize ve davranışlarımıza koyamadığımız mesafeyi çocukla da aramıza koyamayız. Ülkemizde, en azından çocuk edebiyatı alanında üreten, yazan, konuşan, düşünenlere baktığımızda, evet, çocuğa çok önem verildiğini görüyoruz. Ancak bunu edebiyatla, yukarıda söylediğim nedenle birleştirmekte çok zorlanıyoruz. Çünkü çocuk söz konusu olduğunda, kaygılarımız hemen yüzeyi kaplıyor. Bir önceki neslin hatalarını yapmama kaygısı, çocuğu travmatize etmeme kaygısı, onu yanlış yönlendirmeme kaygısı, politik tavra göre onu geleneklerden ya da inanışlardan, diğer bir deyişle ‘değerlerden’ koparmama kaygısı derken, bunca kaygı içinde edebiyata yer açamıyoruz. Hayata olduğu haliyle bakamıyoruz ki o hayatı anlatalım. Edebiyatı ‘edepli’ metin vermekle sınırlı görüyoruz. Edebiyatı esas öldürenin edep olduğunu sürekli unutuyoruz. Bizim önce hayata çocukla birlikte bakma, onun üzerine konuşabilme cesaretine ihtiyacımız var. Bu cesareti düşürerek var olabilen birtakım uzmanlardan, iktidar ve çıkar odaklarından sıyrılmaya ihtiyacımız var. Eğitimin güvenli, kalıplı alanlarıyla bunu yapamayız. Eğitim zaten kendi kuralları ve sistemi dahilinde işliyor. Edebiyat eğitimin sınırlarıyla değil, hayatın içinde ve hayattaki her şeye paralel oluşabilir ancak. Hayata çocukla bakma ve hayata dair soruları birlikte sorabilme, kafa karışıklıklarını dost bilip onları sorularla açabilme, kuşkuya yer bırakma yürekliliğini gösterdiğimiz anda, çocuk edebiyatının bir ‘edebiyat’ olarak gelişmesi Türkiye’de de hızlanacak.
7) Çocuk edebiyatının temel taşıyıcısının çocuk kitapları olduğunu söyleyebiliriz. Peki, bir çocuk kitabının iyi ya da kötü olduğunu nasıl anlayabiliriz? Böyle bir sınıflandırma yapmak mümkün müdür?
Elbette ‘iyi’ ya da ‘kötü’ önce okurlukla başlıyor. Neyi aradığımıza, neyi beklediğimiz ve istediğimize, neyle yetinmeyi hedeflediğimize bağlı olarak bu tanımları yapıyoruz. Bu iki sıfattan da, gerek edebiyatı gerek insanı tanımlarken kurtulma taraftarıyım. İyi ve kötü tanımsızdır çünkü. Anlaşılması ve akla gelmesi kolay birkaç asgari müşterek dışında, iyi ya da kötü, o sıfatı kullanan tarafından bile pek çok belirsizliği barındırabilir. Bazı ölçütler belirlemeyi önemli görüyorum. Kurgu için, anlatım için, dil için, hikâye için, karakter yaratımı ve diyaloglar için… Esere dair bir yargıda bulunmadan önce o eseri kendimize tasvir edebiliyor muyuz? Bize göre neyin olup olmadığını önce kendimize açıklayabiliyor muyuz? Varsa şayet, niteliksizliğini nelere bağlıyoruz? Bu, eleştirel okumayla olabilecek bir şey. Bizleri çocuk edebiyatında zorlayan konulardan biri de bu: Eleştirel okumayı birinci sıraya koymuyoruz. Çünkü bu okuduğun şeyle mesafelenmey, gerektiriyor. Sabır ve çaba gerektiriyor. Salt keyif almak isteyen bir okursak, bu çabaya mecbur değiliz. Ancak yazacaksak, çocuklara önereceksek, gösterip eleştireceksek, önce kendi beklentimizi ve bu beklentiye karşılık gelip gelemeyenleri tanımlayabilmemiz gerekiyor. Burada da eleştiri kültüründen söz ediyoruz elbette. Yıkmakla kalmayıp, elin tersiyle süpürmeyip; yapıcı olanı araması gerektiğini düşündüğüm eleştiri pratiğine. O zaman bize dayatılmış formüllerden ve sınıflandırmalardan kurtulara edebi metinler üretebilmemiz, edebi olanın peşine düşmemiz kolaylaşacak.
8) Birkaç araştırma yaparken iyi bir çocuk kitabının yetişkinlere de hitap edebilmesi gerektiğine dair bir düşünce ile karşılaşmıştım. Bu konuda sizin de fikrinizi almak isterim. Bir çocuk kitabı hem yetişkinlere hem de çocuklara hitap ettiğinde mi “iyi” olarak nitelendirilebilir?
Nitelikli edebiyatla karşılaştığımız zaman, okurluğumuzun yaşını unuturuz. Bana mı yazılmış başkasına mı diye düşünmeyiz. Beğenimiz, dolayısıyla dikkatimiz ve merakımız uyanmış; onların bağlı olduğu pek çok duygu, duyu, anı, deneyim ve kavram harekete geçmiştir. Zincirleme bir reaksiyon sonucu tanımsız bir hoşnutluk haline kapılmış buluruz kendimizi. Bir şeyleri hatırlarız, birilerini özleriz, bir şeyler yapmak isteriz bu deneyimin ardından. Bilinçaltında da bir şeyler yerinden oynamıştır çünkü. İnandırıcı bir öykü, ona kapıyı açan estetik bir anlatımla bütünleşti mi, okurun yaşı önemsiz hale gelir. Elbette her yaşın, her bağlamın o eserden alacağı şey başkadır. Biz çocuk edebiyatını tam da böyle gördüğümüz zaman, onu kaygı yüklü bir ‘çocuk’ tamlayanıyla sınırlamak yerine önce edebi bir şeyler yapmayı amaçlarız. Önce öyküye ve hazza sadık kalırız. Okurun kim olacağına da sonra karar veririz. İllaki çocuğa yönelik yazmayı bir zorunluluk gibi koymadan, önce yazmayı, anlatmayı hedeflersek, o eser kendisini bekleyen okuru bulacaktır zaten. Böylece çocuk edebiyatı, ‘çocuğun da okumaktan zevk alacağı edebiyat’ olarak çok daha geniş, zengin bir alana, dolayısıyla tanıma kavuşmaya her geçen gün daha çok yaklaşacaktır.
9) İyi olarak nitelendirilen bir çocuk kitabının, okur olan çocukların ruhsal ve düşünsel gelişimine katkısı var mıdır?
Okurun arayışına, sorularına, hazzına, duygularına eşlik edebilen her eser, hangi yaşa yönelik ya da hangi edebi türde olursa olsun, okurunun ruhsal ve düşünsel gelişimine elbette katkı sağlar. Daha okurken, deneyim ânında hem de. Bazen bunun için finale bile gerek kalmaz. Daha kitabın kapağını kapamadan, ruhta ve düşüncede belli titreşimlerin başladığını çoğunlukla okur da bilinçli bir şekilde deneyimler. Çünkü nitelikli edebiyat, inandırıcı öykü ve okurun kendine alan açabileceği bir kurgu bunu doğallıkla yapar. Buna belli ‘üst’ bakışların hor gördüğü bilimkurgu, polisiye, fantastik gibi türleri de katın -hatta çoğu kez en çok da onları katın. Ancak burada, doğallıklanın altını çizelim. Bu edebiyatın kendi gücüdür zaten; bu potansiyeli eğitimci yaklaşımlarla zorlamaya, hedeflerle itip kakmaya, hırpalayıp bozmaya gerek yok. Burada konu, çocuk edebiyatında hâlâ alttan alta devam ettiği şekliyle, yazarın oturup bir kıssadan hisse kurgulaması değildir. Önüne değer ve kazanım gibi kavramları koyarak yola çıkmak hiç değildir. Bunun tam tersidir sözünü ettiğim. Peki ruhsal ve düşünsel gelişim, yazarın bir motivasyonu olamaz mı, elbette olabilir. Yazar bir insandır öncelikle ve onun da herkes kadar insanlara, topluma, doğaya, dünyaya karşı belli birtakım hayalleri ve kendine atadığı sorumlulukları olacaktır. Ancak konu kurgu ya da öykü oldu mu, öncelik o kurgunun ya da öykünün ihtiyacıdır. Burada, amaçlarımız ve hayallerimiz ne olursa olsun, edebiyatın öncelikle bir sanat dalı olduğunu hatırlamamız önemli. Yeter ki işimizin dille, kurmacayla, anlatımla, estetikle, imgeyle, dolaylamayla ilgili olduğunu ve bunun önce kurguya odaklanma anlamına geldiğini unutmayalım. Aksi takdirde, kendimizi belli kalıplar, yönlendirmeler, öyküden sapan belirli belirsiz ders verişler içinde bulmamız işten bile değildir. Çünkü o en güvenli alandır ve yetişkin olarak en iyi bildiğimiz şeydir. Çocuk edebiyatı da, ne yazık ki bu tuzağa en açık türdür.
10) Çocuk kitaplarının amacı, çocukları eğitmek midir yoksa eğlendirmek midir?
Edebiyattır. Edebiyatın, kurgunun, hayal eserinin sunabileceği ne varsa sunabilmektir. Bazen eğlence dahil olur buna, bazen hüzün, bazen şaşkınlık, bazen öfke… Hepsi de, okuru okumaya motive eden bir hazzın bileşenleridir. Eğitim ise, bir önceki soruda da değindiğimiz gibi, bir hedef değil, ancak kendiliğinden gelişen bir sonuç olabilir. Dolaylı bir sonuç. Okurdan okura değişiklik gösterecek, tekil çıkarımsamalara indirgenemeyecek bir sonuç.
11) Çocuk kitapları sanatsal bir değere sahip midir? Neden?
Edebiyatsa konu, zaten orada sanatsal değerin nereden kaynaklandığını biliyoruz. Öte yandan, çocuk kitabı genelinden söz ediyorsak, her şeyden önce orada kitaplaşmaya bağlı bir zanaattan muhakkak söz ederiz. Bilimsel, tarihsel, belgesel bir çocuk kitabından bahsediyor olsak bile, o kitabın nasıl ‘kitaplaştığı’ bir zanaat konusudur. Kitap, yazılan metne bağlı olarak yazardan farklı derecelerde kopup, artık yayınevinin, editörün, çizerin, çevirmenin, grafik tasarımcının da dahil olduğu bir ortak üretim sürecini ifade eder. Kitap, albeniye sahip bir ürün olarak tasarlanır. Kapağıyla, tasarımıyla, tipografisiyle, kâğıdının dokusuyla, sayfa marjlarıyla… Çekiciliği amaçlamak, estetik bir kaygıya sahip olmak demekse, burada sanattan kopuk bir faaliyet düşünmek mümkün değil.

12) Akademik çalışmalarımı sürdürürken özellikle Cahit Uçuk’un tüm çocuk romanlarını inceleme fırsatı buldum. Tabii, Cahit Uçuk aslında çocuk edebiyatının ülkemizdeki ilk temsilcilerinden olan bir yazar ve bu nedenle, belki de, buna göre çocuk romanlarını değerlendirmek gerek ama bu çocuk romanlarının hâlâ raflarda bulunduğu ve okunulduğu da bir gerçek. Yazarın çocuk romanlarını incelediğimde çok fazla abartılmış çocuk kahramanlara ve değerler eğitimi örneklerine rastladım. Yazarın çocuk romanlarındaki kahramanlar hep olumlu bir şekilde ele alınıyorlar. Romanlarda oyun oynamak yerine çalışmayı seven, hayatın her alanında çok başarılı, yetişkin gibi davrandığı için takdir gören çocuklara yer veriliyor. Buradan hareketle size aslında şu soruları sormak istiyorum: Çocuk kitaplarındaki kahramanlar kusursuz bir şekilde mi ele alınmalı? Bu kahramanların olumsuz özelliklerine yer verilmesi okur olan çocukları olumsuz yönde etkiler mi?
Hayat ‘olumlu’dan ibaret değil elbette. Edebiyat da hayatın öyküsü olduğuna göre, hayatı tek yönlü gösterecek her metin öncelikle inandırıcılıktan uzaklaşır. Okurun orada kendine bir yer bulması, kendinden bazı yansımalar yakalaması, özdeşleşmeler kurması olanaksızlaşır. Neyse ki çocuk edebiyatı bunu bütünen olmasa da büyük ölçüde aştı. Buna karşın yetişkin okurlar hâlâ çocukların öfkesini göğüslemekte zorlanıyor. Onların tavırları, çıkışları, bunu söze döküşleri ‘çocuk kitabına yakışmaz’ diye değerlendiriliyor. Çünkü hâlâ eğitim geleneğinden sohbet ve sorgulama geleneğine tam anlamıyla geçemedik. Cahit Uçuk özelinde bir eleştiri elbette sunmuyorum; çünkü tasvirden yola çıktığımızda, zaten her şeyi kendi zamanı ve bağlamı içinde değerlendirerek başlıyoruz. Çocuk edebiyatının aydın yurttaş yetiştirme göreviyle yazıldığı bir dönemin metinleri onlar. Çocuğa öyküden önce eğitimin, kurgudan önce ‘doğruların’, sorulardan önce değerlerin, meraktan önce cevapların, hazdan önce sorumluluğun aktarıldığı bir toplumsal inşa dönemi. Kültüre hâkim olan motivasyon çok başka. Bugüne baktığımızda, elbette artık başka bir şey yapıyor olmamız gerekiyor. Artık çocuğu olması gerekenin değil, olanın öyküsüyle, olanın çeşitliliğiyle buluşturacak cesareti toparlamamızın zamanı.
13) Peki, değerler eğitiminin çocuk kitaplarındaki yeri nedir ve nasıl olmalıdır?
Konu edebiyatsa, bir yeri yoktur. Değerler eğitimi, adı üzerinde, eğitimin alanına girer. Eğitim de, içeriğini kurgularken elbette öyküleştirmeden, anlatım tekniklerinden yararlanır. Bu, bütün ders ve konu başlıkları için geçerlidir. Değerler eğitimi de, eğitim programının bir parçası olarak nitelikli ve çocuğu motive eden bir eğitsel içerik elbette kurgulayabilmelidir. Ancak biz çocuk kitabı derken çocuk edebiyatını kastediyorsak, oradaki motivasyonumuz öykünün ve anlatımın ihtiyaçlarını gözetmek olmalı.
14) Çocuk kitapları, hayat tecrübesi yetişkinlere oranla daha sınırlı olan çocukların yaşayamadıkları hayatları deneyimlemelerine olanak sağlıyor. Bu hayatın içerisinde olumlu/olumsuz birçok şey var aslında. Korku, ölüm, yalnızlık, mutsuzluk vb. kavramlar bunlara örnek olarak gösterilebilir. Çocukların bu kavramlarla okudukları çocuk kitaplarında karşılaşmaları gerekli midir? Yoksa onlara tozpembe hayatlar mı sunmak gerek? Bu birbirinden zıt, iki uç nokta arasında nasıl bir denge olmalı?
Çocuklar, deneyimi anlamlandırmanın ilk aşamalarında olsalar bile, hayatın bizler kadar aktörü, bizler kadar tanığı. Biz onları olabildiğince üzüntülerden uzak tutmaya, hayatı onlara bir tercüme, bir uyarlama dahilinde aktarmaya çalışsak da, hayat onları tüm gerçekliğiyle bir aşamada buluyor. Korku, doğumumuzdan beri bizi koruyan en önemli duygulardan biri. Ölümle her zaman iç içeyiz. Yalnızlık, mutsuzluk, her gün farklı türlerini deneyimlediğimiz ruh halleri. Hele ki çocukken. Dolayısıyla edebiyatı bunlardan yalıtmak, çocuğa bu duygularla sen yapayalnızsın demeye yol açar. Ya da hissetiklerin, deneyimlediklerin sadece senin başına geliyor demek gibidir. Edebiyat, çocuğun kendini yalnızlığını kırmasına, yaşadıklarının pek çoklarınca yaşandığını bilmesine yarayacakken, niçin tozpembeliği ‘esas hayat budur’ dercesine sunsun ki? Biz yetişkinler çocukların sorularından çekindikçe onlara bu soruları sormayacakları kurgular sunmaya devam edeceğiz ve bunu yaparken, muhtemelen bilinçsizce çocuğu da edebiyattan ve hayattan dışlayacağız. Çocuklar, bizim onlara edebiyat adı altında sunduğumuz o tozpembe hayatları yaşamıyorlar. İçlerinde var olmaya, kim olduğunu bilmeye, dahil olmaya ya da dışarıda kalmaya dair onlarca soru döneniyor. Bunların çoğu da biz yetişkinlerin değinmekten imtina ettiği konular. Çocuğun deneyimlediği zorlukları okuduğu hiçbir metinde görmediğini, onlarla hiçbir filmde karşılaşmadığını bir düşünsenize…Yeryüzünde temsil edilmemek demek bu. Türkiye bunu bugün LGBTI+ konusunda, acı bir geriye gidişle yaşıyor. Varoluşsal mücadelesini kendi içinde veren, sorgulamada yalnız kalmış çocuklar dört yandan yalıtıma mahkûm edildi. Hele ki edebiyatta. Kendini görmesi bu alanda hepten yasak… Bir başka mesele de, çocuk edebiyatına yönelik bir yanılgımızla alakalı: Metinlerde yer alan her şeyin çocuk için ‘özendirici’ olduğunu düşünüyoruz. Çocuğun hayattaki sorgulamayı, mesafelenmeyi, kuşkuyu edebiyata karşı taşımayacağına çok eminiz. Çocuğu metin karşısında aşırı pasif görüyoruz. Bu, çocuğun okuyacağı bir kitabın sadece eğitici, öğretici olabileceğine, dolayısıyla ‘ne yazıyorsa doğrudur’ mantığıyla okunabileceğine yönelik aynı inançtan ileri geliyor. Hayatı konuşabildiğimiz gibi edebi metinleri de konuşabilsek, edebi metnin bir onay değil bir deneyimleme ve sorgulama olduğunu anlasak, metin ve okur ilişkisindeki dengeyi kurmamız işten bile değil.
15) Çocuk kitapları editörünün görevi nedir? Bir çocuk kitabının editörlüğünü üstlendiğinizde nelere dikkat ediyorsunuz?
Editörün görevleri yayınevlerinin organizasyon şemalarına bağlı olarak ciddi değişiklikler gösterse de, editör için, en temel şekliyle, ilk metinden kitaplaşmaya kadar uzanan bütün sürecin sorumlusu olduğunu söyleyebiliriz. Editör, yayın yönetmenine bağlı olarak işleyen yayın kurulunun doğal üyelerindendir. Yayın programına seçilecek metinler, çeviriye alınacak kitaplar konusunda fikir beyan eder. Yayınevine gelen başvuru dosyalarından hangilerinin yayımlanmak üzere çalışılabileceğini söyler. Programa alınan metinlerin kurgusu, anlatımı, diyalogları, mantığı ve inandırıcılığı konusunda yazarla birlikte çalışır. Çeviri eserse, çevirinin yetkin bir çeviriyle yayına hazırlanmasını sağlar. Metnin düzeltilerinin ya da son okumasının dikkatlice yapılıp yapılmadığından -bizzat kendisi de yapsa, başka bir düzeltmenle de çalışsa- sorumludur. O kitaba uygun desen dilinin seçilmesi, yazar ve çizer arasında kitabın lehine bir denge kurulması da editörün işinin sosyal boyutlarından biridir. Yazar ile yayınevi, yazar ile okurlar arasında bir köprü gibidir. Eleştirel okuma yapması ve yapıcı eleştiriler sunması gerekir. Kitabın tanıtımı için gereken içeriksel desteği satış ve pazarlama birimlerine sağlar… Çocuk kitabı editörünün işi bu noktada biraz çetrefilleşir: Bütün bunları titizlikle yaparken, çocuk kitabı yazmanın en kolayı olduğuna -çoğunlukla aksini söylese bile- inanan kalabalık bir yetişkin kültürle mücadele etmesi gerekir. Basit metin yazmak ile edebiyatta yalın bir anlatımı yakalamak arasındaki farkın pek bilinmediği bir kültürdür bu. Editör öncelikle metinden bizzat okur olarak keyif almak ister. Ardından, çocuk edebiyatı okurluğunun getirdiği birikimle, metne dair yazara önerilerde bulunur. ‘Çocuk anlamaz’ düşüncesiyle metni aşırı basitleştiren, ‘çocuk takip edemez’ diye katmanlarından ve derinliğinden koparan kısıtlı ancak yaygın anlayış ile çocuğun hayat deneyimine, referanslarına uygun bir düzeyi yakalamanın gerekliliği arasında bir denge kurmaya çalışır. Elbette bunu illaki tek başına yapmak zorunda değildir. Zaten yazarla birlikte kafa yormaktadır. Bununla birlikte diğer editörlerden, güvendiği okurlardan, metnin içeriğine bağlı olarak belli meslek sahiplerinden görüş almaktan da geri durmaz. Editörlüğe ilgisi olan arkadaşlarıma, bu işin gerektirdiği asgari tevazu düzeyinin epey yüksek olduğunu söylemeliyim.
16) Bir çocuk kitabının çevirisini yapmak salt dil çevirisinden mi ibarettir? Yoksa çevirisi yapılan kitap, yaşanılan ülkeye göre ve kitabın özüne zarar getirmeyecek şekilde, yeniden mi uyarlanır?
Çocuk kitabından bağımsız, çeviri hiçbir zaman sadece dilde bitmeyen bir edim. Çeviri, çevrilen metni sahneye koymak gibidir. Anlatıcıyla birlikte o ânı, bağlamı, olayı yaşayabilmeyi gerektirir. Bu yüzden de bir yeniden anlatım, bir yeniden yazım, bir yeniden yaratım sürecidir çeviri. Her çeviri, onu çeviren kişinin yorumuyla biçimlenir. Önce okuduğunu anlama, anlamlandırmayla başlar, aktarım daha sonra gelir. Hem anlama hem de ifade etme düzeylerindeki bireysel farklılıklar hemen kendini gösterir. Elbette çevirmen aktarım amacından kopmaz, aksi durumda kaynak metnin tahrifatı söz konusudur. Yorumlama ve ifade farklılıkları dışında amaç hep kavranan özü ve hissedilen duyguyu aktarmaktır. Elbette üslupta ve seste çevirmen yazardan çok büyük ölçüde kopabilir. Çünkü bu boyutlarda dilin etkisi çok belirleyicidir. Sözcükler, kökenler, deyişler, onların kaynaklandığı kadim kültürler ve başlangıçlarını oluşturan imgeler metnin atmosferini hemen etkiler. Dolayısıyla çevirinin bir yeniden yazım olması, belli bir uyarlamayı içermesi kaçınılmaz. Tabii uyarlama derken burada yerelleştirmeyi dışarıda tutuyorum. İsimlerin erek kültüre göre değiştirilmesini, yiyeceklerin ve içeceklerin kültüre uyarlanmasını, yabancılığın hiç korunmadan aynılaştırılmasını tehlikeli buluyorum. Bu tip bir millileştirme, edebiyatın uzakta olanı yakınlaştırma, farklı olanı tanıtma, yabancı sanılanı tanıştırma, insanın zenginliğini yansıtma ve yalnızlığı kırma potansiyelini yıkar.

17) Peki, bir çocuk kitabının çevirisini yaparken nelere dikkat etmek gerekir? Çeviri yaparken yaşadığınız zorluklar var mı? Eğer varsa bu zorluklar nelerdir?
Çeviride en çok o ânın atmosferini, duygusunu hissetmeyi ve aktarmayı önemsiyorum. Sahne, hareketler, mekânın kullanımı ve zaman boyutu çoğunlukla tasvirlerle ve ayrıntılarla belirlenirken, karakterin neyi nasıl hissedip hangi tepkiyi verdiğine kafa yormayı seviyorum. Bu, özellikle diyaloglarda, beden dilinin aktarılmasında çok önemli. Hele ki metin birinci şahsın ağzından anlatılmışsa, anlatıcıyı -dolayısıyla başkarakteri- tanımak daha da büyük önem taşıyor. Çünkü bütün metni onun söylemi üzerine kuruyorsunuz… Pek çok çevirmeni hem heyecanlandıran hem de kâbusa sürükleyen bir diğer konu, dile bağlı sözcük oyunlarıdır elbette. Hele ki o sözcük oyunu metnin kurgusunda önemli bir yer tutuyorsa. Sözcüklerdeki ve seslerdeki aktarılamayan farklılıklar çevirmeni yepyeni bir deyiş yaratmaya, icat etmeye iter. Ya da eldeki malzemeyi çok daha kapsamlı ele alıp yaratıcı bir gözle görmeye… Bunun gibi üslupsal ya da yoruma bağlı çabalar dışında, eğer farklı olana tedirginlikle yaklaşan, tutucu ve dışa kapalı bir toplumda yaşamıyorsanız, farklı olanı çeviriye taşımak konusunda hiçbir zorluk beklemez sizi. Orada okuru metinden koparmayacak bir yabancılaştırma ve uyarlama dengesi kurmanız yeterlidir, bu da farklı okumalar yapmakla ve deneyimle öğreniliyor. Ancak inanç, gelenek, aile gibi toplumsal kavramlar yoluyla çevrenize kısıtlayıcı ve dışlayıcı duvarlar örülmek isteniyorsa, ‘öteki’ başlığıyla bazı insan olma hallerinin reddi baskılanıyorsa, kültür yayıncılığının diğer aktörleri gibi çevirmen de bu sansür ortamından payına düşen zorlukları deneyimliyor.
18) Çocuklar için kitap seçerken şekil ve içerik açısından nelere dikkat edilmelidir?
Öncelikle çocuklar için kitap seçmeyip, çocuklarla birlikte kitap seçmeyi öneriyorum. Hediye almak, sürpriz yapmak gibi özel nedenler dışında, çocuğu sadece okumaktan sorumlu bir özneye, okumayı da bir ödeve çevirmemenin olmazsa olmazlarından biri, çocuğun da elbette okuru olacağı kitabın seçimine dahil olması. Hele ki okurluğuyla adını verdiği bu edebi türde. Bu arada biz de yetişkin okurlar olarak elbette önerilerimizi yapabiliriz; -meli / -malı eklerinden azade bir sohbette, “Bu kitap ilgimi çekti, ne dersin?” gibi davetlerle. Burada en önemli noktalardan biri, ‘kötü’ bir kitaba denk gelmekten korkmamak. Zaten korkuyu bir yana bırakalım artık, ne okursak okuyalım, onu eleştirebiliriz, değil mi? Eleştirelim de zaten. Çocukla birlikte sevme ve sevmeme hissini konuşalım, rahatsız olduğu yerler varsa değinelim, nedenlerini sorgulayalım. kafası karıştıysa yer yer, o yerlere gidelim birlikte, hatta sevgili Brigitte Labbé’nin dediği gibi, cevaplara takılmayıp yeni sorulara odaklanalım… Çocukla kaliteli sohbet istemiyor muyduk? İşte, beğenilerimizi her yönüyle konuşacağımız bir ortam. Bunu sağlayan da kitap, artısıyla eksisiyle… Bununla birlikte, elbette öneriler yapmak için, hatta kendimize çocuk kitapları seçmek için bazı önceliklerimiz olabilir. Belli yayınevlerine, editörlüklere, yazarlara deneyimlerimiz ışığında öncelik verebiliriz. Tabii ki karşımıza bizi şaşırtan, belki hüsrana uğratan kitaplar, kurgular çıkabilir; ama bu, az önce de dediğimiz gibi, korkulacak bir şey değil. Aynı şey güvendiğimiz eleştirmenlerin, blog yazarlarının, sosyal medya hesaplarının önerileri için de geçerli. Biriyle zevkimiz uyar, uzun süre bu uyumu gözlemleriz ama bir gün çok şaşırabiliriz. Önemli olan bu şaşkınlığı konuşabilmek. Yıkmadan, yakmadan.
19) Son olarak, Filokalist okurlarına ve sizi sevenlere söylemek isteyeceğiniz birkaç şey var mı?
Filokalist okurlarına çocuk edebiyatı alanıyla ilgilendikleri için içtenlikle teşekkür ediyorum. Halen gelişmekte olan, pek çok açıdan ergenliğini yaşayan bir alanda çalışıyor ve üretiyoruz. Kültüre ayrılan alanın kademeli bir şekilde daraldığı günümüzde ise, hem çocuk edebiyatı hem de okuduklarımız üzerine konuşacağımız platformların artmasına kuşkusuz ihtiyacımız var. Kültürü ancak üzerine konuşarak, konu ederek yaşatabiliriz. O yüzden, nice sohbetlere diyelim.