Hesaplaşma

Ağzımdan dalgalar çıkıyor, sesim yaralı ve vahşi bir hayvanın kükreyişine benziyor. Göğsümün üzerinde nefes almamı zorlaştıran yabancı bir ağırlık var. Elimin içinden ipek bir hayalet gibi geçen suyun nasıl bu kadar sert ve nasıl bu kadar hiddetli olabildiğini bilmiyorum. Ağız dolusu tükürüyorum. Gemiler kayalıklara çarpıp batıyor birer birer. Dalga sesleri insan çığlıklarını bastırıyor. Su buz gibi soğuk ve gece gibi karanlık. Ellerim geçirgenliğini yitiriyor.

Fırtınadan canlı çıkıyorum çıkmasına ama çırılçıplak kalıyorum ve kumlara yalınayak basıyorum. Denizin yüzeyi göz alabildiğine kırmızı karanfillerle kaplanmış, bir tanesini sağ avucumda saklı tutuyorum. O bir tanesi benim, diğerleri artık yaşamıyor.

Önümde kocaman, ahşap bir kapı duruyor. Açamıyorum bir türlü ama o kapıdan geçmeden bir yere de gidemiyorum. Yeşil boyası dökülmüş, tokmağı paslanmış, zaman ona da iyi davranmamış. Issız bir kumsalın ortasında öylece kalakalmış. Belli ki bir zamanlar ağaç olduğu ormanı özlüyor.

Sırtımı kapıya yaslıyorum, o da başını omzuma koyuyor. Hiçliğin ortasında, geri dönmek dışında her şey mümkün. Kaç zaman geçiyor bilinmez, karanfiller çürümeye başlıyor, denizin rengi kırmızıdan kahverengiye dönüyor. Avucuma bakmaya korkuyorum. Kapı arada bir gıcırdıyor, sonra ikimiz de susuyoruz.

Yalnızlıktan öleceğimi sanıp sevinecek oluyorum ama yalnızlıktan ölünmüyor. Ağzımdan dalgalar çıkıyor, deniz çürümüş karanfil cesetlerini sahilden derinliklerine doğru alıp gidiyor. Avucumdakine küçük bir mezar kazıyorum.

Burada güneş hiç batmıyor. Yakıcı ışık ile etrafta uçuşan kum taneleri ve tuz gözlerimi teslim almaya başlıyor. Karanfilimi mezarına bırakıyorum. Affetmem gerekiyor. Annemin gözlerinin etrafını saran çizgileri, kuşumu kapan sarı kediyi, içimdeki iyiliği lime lime edenleri ve kendimi ve seni affetmem gerekiyor. Yüklerimi azaltmazsam ayağa kalkamayacağımı, ayağa kalkamazsam kapıdan asla geçip yol alamayacağımı biliyorum. Ağırlığım bedenimi yavaş yavaş kumun dibine doğru bastırıyor.

Annemin gözlerini hatırlıyorum; yorgun, şefkatinin ardında kocaman bir ızdırap var dindiremediğim. Çizgileri sanki demir parmaklıklar gibi esir almış gözlerini ve gözleri kurtulamayacağına ikna olmuş, idamını bekleyen birer mahkûm gibi zamanının dolmasını bekliyor. Karanfilin hemen yanına kazıyorum onların mezarını. Denizden avuçlarımla su taşıyorum üzerine. Elimden ancak bu kadarı geliyor. Bu sahilde ilk ve son kez ağlıyorum.

Sarman kedi cansız yatıyor sıcak kumlarda. Onu herkesten ve her şeyden daha kolay affediyorum. Kötülük değildi içindeki, yaratıldığı gibi yaşıyordu sadece bunu ben de biliyorum. Karnındaki güzel tüylerini okşarken kuşumla da vedalaşıyorum. Gittikleri yerde dost olmalarını diliyorum.

Diğerlerinin ellerinde can parçalarım var, çok eski bir zamanda içimden söküp asfaltın üstünde hiç düşünmeden parçaladıkları ve sonra da göğsüme birer birer saplayıp çıkardıkları kırıklarım. Bana doğru uzattıkları parçalarımı toplarken onlara bakamıyorum, içimde garip bir tiksinti var, kusacak gibi oluyorum. Koku çok ağır, tenleri çürümüş karanfillere benziyor. Rüzgâr onları denize doğru süpürüyor. Vedalaşmıyorum ya da helalleşmiyorum, tek istediğim yok olup gitmeleri, arkalarından bile bakmıyorum, sadece sesleri dinene kadar yüzümü kapıya dönüp bekliyorum. Kapı saçlarımı acımayla karışık okşuyor. İyiliğim bir daha eskisi gibi uyanmayacak, anlıyorum.

Kendimi affedemem ama sen beni affedebilirsen eğer ve sarılırsan sımsıkı gitmeden önce, susar vicdanım, bunu biliyorum. Ben seni çoktan affettim, başım göğsüne değdiği anda affettim. Gözlerime bakıp, gözyaşlarını akıttığında bir an bile düşünmeden affettim de sadece söyleyemedim bugüne dek işte. Hayaletin yanı başımda her zamanki gibi. Teşekkür ederim sana son kez, sarılabildiğimiz için gitmeden önce. Günahlarımızı öderken çok başka bir evrende, çok başka şekillerde vücut buluncaya dek…    

Önümde kocaman, ahşap bir kapı duruyor. Ahşap kapı, önce olduğu yerde rüzgarla dans edercesine öne arkaya sallanıyor, sonra bir anda alev alıyor. Ben yanıp küle dönmesini beklerken, alevlerin arasından gövdesi küçük ama kökleri belli ki çok çok derinlerde olan bir fidan beliriyor. Fidanın gölgesinde üç küçük mezar, mezarların üstünde yeni açmış rengarenk çiçekler görüyorum. Yorgunum, ayaklarım sıcak kumun üzerinde, benden komut beklemeden, fidanın arkasındaki ormana doğru yöneliyor. Denizin rengi parlak mavi, orman yemyeşil. O günden sonra bir daha kendimden haber alamıyorum. Diyorlar ki ormanda tek başıma ve özgürmüşüm.  Diyorlar ki sonunda bir yerlerde huzur bulmuşum. Hoşça kal kendim…

Bir cevap yazın