
Porto Rafti’nin –eskilerin tabiriyle– “vakarlığını”, mealen ağırbaşlılığını, ve sükunetini temsil eden, diğer yandan, sırtına yüklediği “topluluğun, bölge vatandaşlarının ve hatta Rafti limanının koruyucusu” (defensor civitatis) misyonu ile bunalımlı dönemlerde dahi cemaatine rehberlik eden Aya Marina Kilisesinin Ahitöykülerinden esinlenilmiş rengarenk freskleri, ziyaretçileriyle adeta konuşur gibiydi o haftaiçi sessizliğinde… Kapalı Yunan haçı stilini andıran kutuya benzer kilise yapısının merkez kısmından ayrılmış, yuvarlak biçimli ve dört kemeri sırtında taşıyan beş sütunlu narteksinin altına tesadüfen konumlandırılmış ve dengeli durması için tek ayağı bir kağıt parçası ile sıkıştırılmış ahşap bir masanın üzerinde Yunan radyosu çalıyor, kulağı tırmalayan cızırtılar arasından hisli bir Stelios Kazantzidis şarkısı ara ara duyuluyor ve avludaki dinginliğe eşlik ediyordu. Bu sinematografik sahne, kilisenin doğu istikametine bakan –Doğu Roma tarzı “kubbeli yazıtlı haç stili”’nin aksine– “modern” yarı kubbesinin önündeki banka oturup, kilise terimini gözden geçirmeme, üzerine tarihsel bağlamda türlü imgeler canlandırmama ve konu ile alakalı bir yazı tasarlamama vesile oldu.
Yunanî bir sözcüktür “kilise”…
Antik Yunanca’da bazen –vurgulu bir yota “ί” (ī) harfi ile– “ekklesīya” şeklinde söylenirken, bazense –epsilon “ε” (ē), yota “ί” (ī) ve alfa “α” (ā) sesleri uzatılarak– “ekklēsīyā” (èκκλησία) biçiminde daha şık bir telaffuzuna tesadüf edilebilir ve tabiatıyla kendine Yunan Yeni Ahit’inde yer bulur. Bir ibadethane mânâsının haricinde, esasen “cemaat” –bilhassa Hristiyan cemaati– anlamını taşır. Lugat karşılığı, “Hristiyanlara ait dinî teşkilatın veya müessese”…
Bu anlamı 4.yy’dan itibaren almış olmalı; çünki o zamana değin Yahudi dininin, yalnızca “yoldan çıkmış bir tarikat”ı gibi görülen ve bu vaziyeti değiştirmek, manen ve siyaseten meşru bir zemin kazanmak için canhıraş bir mücadele veren, aziz ve azize kültünü muhtelif bölgelerde yaygınlaştıran, eski yasayı cesurane tenkit eden, hatta daha da ileri giderek bu uğurda –insanlık tarihinde sayısız örneği olduğu gibi kendinden önceki devrin izlerini silme gayreti ve kararlılığı ile– Pagan ve Yahudi yerleşimlerine şiddetli elemler getiren bir dizi pogrom düzenlemekten, Chrysostom ve İskenderiyeli Kýrillos gibi dinî kişiliklerin önayak olduğu üzre Yahudi ve Pagan nefretine dayalı bir dünya tasavvurunu hayata geçirmekten çekinmeyen ilk devir Hristiyan topluluğunun daha radikal yollar izleyen bir kısım neferleri, özellikle 300’lü senelerden sonra, Roma’nın tesirini giderek kaybetmesi ve merkezi otoritenin zayıflaması ile, kimliklerini eskisi kadar gizleme gereği duymamışlar.
Yeraltı ibadethanelerinde ritüellerin gizli saklı icra edildiği senelerde “cemaat” mefhumuna işaret eden kilise kavramı, sonraları büyük Hristiyan mabetlerini tarif etmek için kullanılmış. Bu mühim Grek sözcük, Yeni Ahit külliyatında farklı teviller veya yorumlarla anlamlandırılır. Sakın bir kelime deyip geçmeyin; zira bu kavram aynı zamanda ileriki yüzyıllarda bir topluluğun örgütlenmesinde de pay sahibi olmuş.
Sözcüğü bir “dinî teşkilat” olarak ele alırsak şayet, bu örgütlenme, manastırları ve katedral mekteplerini doğurmuş. Misal, 13.yy Avrupası’nda, özellikle Fransa ve Avusturya krallıklarının hudutları içerisinde bina edilmiş devasa kiliselerin gotik mimarisi devrin kuvvetli inanışının tesirinde kalmış. Üstelik Yahudi aydınların yeşivalarda başlattığı o parlak entelektüel devrimin meşalesi, türbülanslı geçen devirlerin ardından Hristiyanlığın organize oluşuyla beraber, evvela, Urfa’daki akademilere ve oradan Arap-İslam medrese geleneğine nasıl geçtiyse, “kilise” kavramı da ibadethanenin dışında eğitimin evriminde o denli mühim bir rol oynamış. Önceden ilahiyat eğitimi verilen bu eski manastırlar, zamanen çoğu Latince ve Yunanca neşredilmiş olan el yazması eserlerin muhafaza edildiği, çevirilerinin yapıldığı, tezhib sanatının geliştirildiği ve hadd-i zatında yeniden neşredilmek suretiyle eserlerin çoğaltıldığı mekanlara dönüşmüş. Seneler geçtikçe, yani orta devir dolaylarında, teoloji dışında tıp, hukuk ve felsefe gibi yeni disiplinlerin ortaya çıkmasına ön ayak olmuşlar. Dolayısıyla, kilise, sırf Pazar günleri gidilen bir ibadet yerini ifade etmez Hristiyan aleminde… Hiyerarşiye dayalı bir dinî kurum veya kuruluşu, bir toplumsal örgütlenmeyi, yalnızca “uhrevî”, yani öteki dünyaya ya da ahirete dair bir hayat hakkında kelam sahibi olmayı değil, aynı zamanda dünyevî yaşama da katılım göstermeyi ehemm sayan bir müesseseyi ifade eder.
Aşağıda, Yunan Ahit’inde dikkatimi çeken üç farklı kilise tevilini, o terimleri bold ve italik yazıyla neşrederek aktarıyorum. Bu tevillerden ilki, Elçilerin İşleri, Prākseis ton Āpostōlon veya, kısaca, İşler olarak da çevrilen kitabının yedinci faslındaki bir pasajda şöyle yer alır:
Çöldeki topluluğun arasında yaşamış, Sina Dağı’nda kendisiyle konuşan melekle ve atalarımızla birlikte bulunmuş olan odur. Bize iletmek üzere yaşam dolu sözler aldı.
οὗτός ἐστιν ὁ γενόµενος ἐν τῇ ἐκκλησίᾳ ἐν τῇ ἐρήµῳ µετὰ τοῦ ἀγγέλου τοῦ λαλοῦντος αὐτῷ ἐν τῷ ὄρει Σινᾶ καὶ τῶν πατέρων ἡµῶν, ὃς ἐδέξατο λόγια ζῶντα δοῦναι ἡµῖν.
Bu pasajda görülen kilise sözcüğü, “topluluk” mânâsında kullanılmış. Pekala, hangi topluluk? “Çöldeki topluluk” diyerek aslında İsrailoğullarının tümü kastedilmiş oluyor burada.
İkinci dikkat çekici tevil, İşler’in 19.kısmında kendini gösteriyor:
Tiyatrodaki topluluk karışıklık içindeydi. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Çoğu ne için toplandığını bile bilmiyordu… Bunları söyledikten sonra topluluğu dağıttı.
ἄλλοι µὲν οὖν ἄλλο τι ἔκραζον, ἦν γὰρ ἡ ἐκκλησία συγκεχυµένη, καὶ οἱ πλείους οὐκ ᾔδεισαν τίνος ἕνεκα συνεληλύθεισαν… καὶ ταῦτα εἰπὼν ἀπέλυσεν τὴν ἐκκλησίαν.
Buradaki kilise, “kalabalık, topluluk, âhâli, cemaat” yerine kullanılmış.
Üçüncü tevil yine İşler’de yer alan 19 numrolu pasajdan:
Soruşturacağınız başka bir durum varsa, bunun yasal bir toplantıda çözümlenmesi gerekir.
εἰ δέ τι περαιτέρω ἐπιζητεῖτε, ἐν τῇ ἐννόµῳ ἐκκλησίᾳ ἐπιλυθήσεται.
Buradaki kilise ise “parlamento, toplantı”’ya delalet eder. Anlamca, cümle Hristiyan âhâlinin iştirak ettiği, devrin Grek kasabalarına özgü toplanma yerleri olduğu anlaşılıyor.
İlk dönem mabetleri, Latin literatüründe catacumba (yeraltı mezarı veya yeraltı mezarlığı) –veyahut çoğul olarak catacumbæ (yeraltı mezarları)– şeklinde geçer. Türkçeleştirilmiş haliyle “katakomp”’tur… Eski Yunanca’da “aşağıda, alt, altında” demek olan katá (κατά), Latince’de bir ön ek olarak kullanılır ve sözcüğe “arasında” anlamını kazandırır. Mesela, Fransızca catastrophe sözcüğü (“dönüm noktası, facia, felaket, afet”, EYun. katá (κατά, “aşağı, aşağıya doğru, iniş”) + strophē (στροφή, “dönen, dönüş, değişim, yoldan çıkma”) nasıl doğdu sanıyorsunuz?
Cumba da yine aynı şekilde eski Yunan lisanına dayanır. Tūmbos (τύμβος), eski dilde “mezar, lahit, kabir” demek ve hatta Konstantinopl şehrinde mezar taşları kullanılmak suretiyle onarılmış şehir duvarının bir kısmına da tumbosūnē (τυμβοσύνη) dendiği bilinir. Buradan –şekli itibarıyla lahit mezara teşbih edilerek– “kayık, ufak tekne, –ve mitolojide– ölülerin ruhlarını Akheron Irmağından geçirtmek için para alan Kharon adlı sandalcının teknesi” anlamındaki Latince cumba‘ya evrildiği anlaşılıyor.
Bu terim, biblical yani Kitab-ı Mukaddes üslubu taşır. 3.yy ila 5.yy dolaylarında Latince metinlerde görüyoruz. Yunanî Ahit’de cemaat, topluluk ve toplantı gibi kavramları ima eden “kilise”, Latince’nin etki ettiği edebî dünyada ilk defa Hristiyanların toplandıkları yerleri tanımlayan katakomp sözcüğü ile karşılık bulmuş. Esasen, günümüzde de sıklıkla kullandığımız kilise sözcüğü, içinde barındırdığı mânâyı tam karşılamasa da, erken dönem toplanma yerlerini “katakomp” kavramı tasvir eder. Buralar aslında ilk Hristiyanların mezar olarak kullandıkları yeraltı mahzenleri imiş. Bunlardan Roma’da bolca mevcut. Mimari olarak geniş bir avluya girilir, o avlu farklı yönlere doğru giden labirent biçiminde galerilere ayrılır ve duvarlara oyulan mezarlarda toplantılar düzenlenirmiş.
Niye bu denli karmaşık ve dolambaçlı yapıları vardı katakompların?
Çünkü Roma devrinde büyük bir insan avı başlatılmıştı. İlk İseviler takip ediliyor, ajanlıkla suçlanıyor, toplanma yerleri baskınlara uğruyor, ele geçirilenlerin ekserisi işkencelerden geçiriliyor ve Roma ordusunda askerlik yapmayı reddettikleri için idam ediliyorlardı. Ahiren Roma Katolik Kilisesi tarafından “Aziz” ilan edilen Tebessalı Maximilianus da bu yüzden katledilmiş hacıyografi edebiyatının bizlere bıraktığı kahramanlık öykülerine göre… Dolayısıyla, bu gizli toplanma yerleri Mısır piramitlerinde mezar soyguncularının lahitlere ulaşamaması için inşa edilen “girift” yapılar gibi oluyordu ki Romalılar da buraları keşfedemesin. Katakomplar, Hristiyanlığın yavaş yavaş güç kazandığı, 4.yy ve 5.yy dolaylarına dek varlıklarını korumuşlar. Bu yapılar zaman içerisinde yerini, ahşap çatısını direklerin ve sütunların tuttuğu, bir kemerin gerisinde mihrap bulunan bazilikalara bırakmış ve böylece Hristiyan aleminin ilk dinî anıtları ortaya çıkmaya başlamış. Bazilikalardan kiliselere geçişin en muazzam örneği ise göz kamaştıran bir Doğu Roma devri eseri olup, asırlar boyu imparatorların taç giyme merasimlerine, Grek ve Latin halklarının ruhanî ayinlerine şahitlik eden, “İkinci” Roma’nın kalesi Ayasofya Kilisesi idi.
Yani, “Kutsal Bilgelik” Kilisesi…
Karşı karşıya kaldıkları pek çok açmaza ve baskıya rağmen, bilhassa 4.yy’dan itibaren Yahudi ve doğu toplumları arasında kendine bir zemin ve hareket alanı bulmaya başlayan Hristiyanlık, tutkulu takipçilerinin mücadelesi ile, ölülerini katakomplarda gömmek mecburiyetinde kaldıkları zorlu yıllardan sonra, Constantinus zamanında devlet dini haline geldi.
Böylece, “gizli kilise” olarak kullanılan meskenler ve çok daha evvelki dünyanın etkileyici tapınakları trajik şekilde tarih sahnesinden silinirken, yerlerini göz kamaştıran kilise mimarisine bıraktı.
Kaynakça
Acts/Prākseis ton Āpostōlon, 7: 38; 19: 32, 41; 19: 39.
Azra Erhat, “Kharon”, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, Mart 2010, s.173.
Henry George Liddell & Robert Scott, “κατά, τύμβος, τυμβοσύνη”, A Lexicon Abridged from Liddell and Scott’s Greek-English Lexicon, UK/Oxford, 1869, p.748, 1588.
Mark R. Cohen, Haç ve Hilal Altında Ortaçağ’da Yahudiler, çev. Ahmet Fethi, Sarmal Yayınevi, İstanbul, 1996, s.47.