Otuzlu yaşlarıma geldiğimde artık insanlarla çok daha az ve kendimle her zamankinden daha fazla konuşur olmuştum. Tanrı ile arama engeller konmuştu. Artık günahlarımı biliyor, bazen bile bile bunlara yenilerini ekliyor ve işte bu yüzden de Tanrı’nın karşısında yüzümü yere eğiyordum. Çocukken her gece eksiksiz ettiğim duaları unutarak uyuyakalıyordum.
İçimde hiç tanımadığım ama aynı zamanda bana ait olduğuna da hiç şüphe duymadığım bir şeyler kök salmıştı. Bu kökler, masumiyetimin can suyuna el koyuyor, onun varoluş alanını istila ediyordu. Her gece yorgun bedenimi yatağa bıraktığımda, tavandaki gölgesini görebiliyordum. Medusa’nın saçlarındaki laneti paylaşıyordu kökler, baktıkça taşlaşıyordum.
Taşlaşan ruhumda, vicdanım kendine sığınaklar kazıyordu. Kazmasını her vuruşunda kalbimde dayanılmaz bir acı yaratıyor ama bu sayede kendisi hayatta kalıyordu. Gündüz kalabalıklar arasında ne yaptığımı çok da bilmeden koştururken ben, o bir köşede sessizce dinleniyor, gücünü topluyor ve tam gece olduğunda başlıyordu.
Bir gece kazmasını göğüs duvarıma sapladı. Kalbimin oturduğu yerin yalnızca birkaç parmak aşağısında, dibi gözükmeyen, oldukça küçük, kara bir delik açıldı. Bu çok garipti ve hiç kanamamıştı. Birkaç gün içinde, göğsümdeki delikte bir kiraz dalı büyümeye başladı. Rüzgârı hissediyordum ve pembe çiçeklerini de. Kuşlar geliyordu, minicik kalplerinin hızla atışını duyuyordum.
Onuncu günün sonunda kökler onu kesmemi emretti. Yetişkinler dünyasında kendime bir yer edinmem için kökleri dinlemem gerekiyordu. Herkes gibi olmayanlar bu dünyada sevilmezdi. Göğsünden kiraz dalı çıkan kadınlar, koca koca binalarda yer alan deri koltuklarda oturmayı asla hak edemezdi.
Yavaş yavaş ama büyük bir kararlılıkla kestim dalımı. Bir daha evi bulamasın diye yüzlerce kilometre uzağa terk edilen köpekler gibi çok uzaklarda bir yerlere fırlattım. Bu kez kanamıştı. Ellerimde ve giysilerimde kırmızı lekeler vardı.
Kiraz dalından kurtulduktan kırk gün sonra deri bir koltuğa hak kazandım. Tamamen taşlaşmış bedenimle tezat ipek gömlekler içinde, yüksek topuklarımla nihayet yaşama yüksek katlardan bakmaya başlamıştım. Bir kilogram ipek kumaş için, yaklaşık altı bin kurtçuğun canlı halde kaynar suya atılarak öldürülmesi bu yüksekliğe ne kadar da yakışan bir katliamdı. Bunu düşündüğüm gün, çok uzun süre sonra ilk kez Tanrı’ya teşekkür ettim. Ya göğsümden çıkan bir dut dalı olsaydı? Ben o kurtçukların gözlerine bakmak zorunda kalsaydım, o zaman da ipek gömlekler giyebilir miydim? İpek gömlekleri olmayan ve göğüslerinden dut dalı çıkan kadınlar bu dünyada var olamazdı.
Fakat bir sorun vardı. Gece olduğunda, sessizlik dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Kazma sesleri olmayınca korkuyordum. Göğsüme gidiyordu elim. Bir boşluk vardı, ne yapsam kapanmıyordu. Küçük, kara delik günden güne büyüyor, tüm vücudum simsiyah bir boşluğa evriliyordu. İnsanlar hasta olup olmadığımı soruyor, herkes çok zayıfladığımı söylüyordu. Zayıflamıyordum, simsiyah bir boşluğa evriliyordum.
Sonunda saklayacak bir şeyim kalmadığında, gömleğimi ve topuklu ayakkabılarımı çıkardım. Deri koltuğumdan kalktım. Kocaman binadaki kocaman camlı odamın penceresine yaklaştım. Başımı kaldırdım, tüm günahlarıma rağmen, kestiğim kiraz dalına ve öldürülen kurtçuklara rağmen Tanrı’ya yalvardım. Köklerin üzerine benzin döküp kendimi yaktım ve bedenimi aşağıya bıraktım. Ben düşerken pembe kiraz çiçekleri vardı her tarafta ve kuşlar gelmişti dört bir yanıma. Teşekkürler Tanrı’m…