Maden

“Māʿdin”, Arabî’de, “maden, taş ocağı, metal, kaynak, menbâ, (herhangi bir madenin) sâbit kaldığı, bulunduğu veya mevcut olduğu yer, mahal, toprak” demek.

Maden teriminin kökünde, 20.asrın ilk yarısında Suriye’de yapılan bir dizi arkeolojik kazı neticesinde çivi yazılı kil tabletlerle ortaya çıkarılan Ugarit adlı Sami dilinin söz varlığından kalma ʿdn sözcüğünün yattığı görüşü üzerine bir elit konsensüs var. Bu sözcük, Ugaritçe’de, “baştanbaşa iyi sulanan yer, mahal veya toprak” mânâsını taşıyor bir görüşe göre.

Doğruysa, Arapça’da ayn (ع), dal (د) ve nun (ن) ile yazılan maskülen bir isimfiile hayat verdi: ʿadn (عَدْن)…

Ziraat terminolojisinde (araziyi, toprağı yahut tarlayı) “gübrelemek, bereketlendirmek” veya (bir bitkiyi) “aşılamak, döllemek”, ayrıca “kalmak, artakalmak, geriye kalmak, (bir yerin yahut bir şeyin) içinde kalmak” yerine kullanılan ʿadana (عَدَنَ)’nın Arapça gramer kuralı gereği mefʿal vezninde ism-i mekânıdır ʿadn… Özetle, masdar ile ifade edilenin gerçekleştiği yeri bildiren sözcük… Örneğin, geçmiş zamanda “tapındı, kulluk etti” mânâsındaki ʿabada (عَبَدَ)’nın “maʿbed” (ibâdet edilen yer)’e veya yine geçmiş zamanda “hayvan kesti” anlamındaki dabaha (ذَبَحَ)’nın “mezbaha” (hayvan kesim yeri, hayvanları kesecek yer)’ya dönüşmesi gibi ʿadn da yukarıdaki tanımda olduğu gibi “kaldı, artakaldı, geride kaldı, toprağın altındaki cevheri kastederek (bir yerin yahut bir şeyin) içinde kaldı” iken, “māʿdin”, yani “cevher çıkarılan yer” oldu.

“Maden”, elif ile yazıldığında çoğul olur ve “maʿādin” (مَعَادِن) hâlini alır.

Osmanlıca’da, kısaca, “cevher çıkan mahal” olarak tanımlanan madenin çoğulu yine Arap lisânında olduğu gibi “maʿādin” yahut “meʿādin”’dir. Mesela, maden sahiplerinin kaza durumunda uymak mecburiyetinde olduğu mühim hükümlerin kâğıda geçirildiği ve Cihan matbaası tarafından 1925’de Hasköylü Sarkis Efendi’nin düzenlemesiyle basılan madenler tüzüğü,ki bu tüzüğün mâzisi 1879 senesinde kaleme alınan nizamnâmelere uzanır“Maʿâdin Nizamnâmesi” (معادن نظامنامه سى) şeklinde yazılır. Memleketin madenleri, İdâre-i Maʿādin (Madenler Yönetimi)’in gözetimi altındaki Orman ve Maden Mektebinden mezun kişilere emânettir örneğin. Günümüz Türkçesinde aynen kullanılan terim, elbette argonun renkli dünyasında da kendine yer bulur. Metin Kaçan, Ağır Roman adlı kült romanında, Tina’nın vajinasını, “elmas madeni”’ne teşbih ederken, uyuşturucu argosunda da genel mânâda uyuşturucu maddelere, bilhassa niteliği ve tesiri yüksek toz eroine, “maden” denir.

Maden, “madeniyyât”’da yani maden biliminde, daha doğrusu minerolojide, fahm-i mâʿdenî (maden kömürü); edebiyatta mâʿden-i kelâm (sözün kaynağı); tasavvufta mâʿden-i esrâr (sırların kaynağı); nazîre mecmuasında lebûn dişün gibi sâfî ne ma’dendür ne deryâdur, yani “sütü olan dişi hayvan, sağmal veya bint-i lebûn”, sâfî, “temiz, arı ve katıksız”, ne ma’dendür ne deryâdur, “ne cevherdir, ne denizdir”; dinî şiirde mâʿden-i nûr‘dur, yani kelimesi kelimesine mealen, “nur, ışık, parlaklık, aydınlık kaynağı”… Mecâzî olarak îmânın özü…

Madenin serüveni, bizleri, Sümer tabletlerinden yâdigâr bir sözcüğe götürür. Bakalım, rüzgâr bizi nereye sürükleyecek? Dahası, “maden” hangi bilindik kelimeyle akraba çıkacak?

O, Sümerce sözcüğün adı, an-edin… Çiviyazısında parıldamayı yahut bir tür ışımayı andıran bir sembol, sümerologlar tarafından “an” olarak çözümlendiğinde, bu kelimenin, “yüksek olmak; yüksek; en önde, önde, önünden, ön kısmından; gökyüzü, semâ, âsuman, cennet, (mitolojide) gökyüzü tanrısı Anu” gibi mânâlarda kullanılmış olabileceği fark edildi. Buna istinâden, edin‘in de “bozkır, step, ova, kır, eski dilde çölden sonra ikinci anlamıylasahra ve bâdiye, deşt, (şiirde) deşt-i fânî, yani “fânilik ovası” ve iki uzun nehir arasında uzanan otlak”’a işaret ettiği anlaşılınca, “yüksek ova, bozkır, dağlık arazi” anlamındaki an-edin sözcüğünün etimolojisi üzerindeki belirsizlik bulutları da kalkmış oluyor.

Akkad, Sümer ve Bâbil müktesebâtında edin, “yüksek rakımlı, dağlık bir mıntıkayı, yüksek bir tepesi bulunan bir tür ovayı veya genişçe bir bahçeyi” tarif ediyor.

Aşağı yukarı bin sene boyunca Erken, Geç ve Yeni Fenikece adı verilen devirlerde vav, tav veya het gibi çok sayıda harf yazımda değişime uğrarken, yuvarlak bir daire biçiminde gösterilen ayn‘ın, “Yaşlı” Kiros (Κύρος ο Πρεσβύτερος, “Kýros o Presvýteros”)’un Fenike illerine revâ gördüğü benzersiz yıkımın gerçekleştiği güne değin herhangi bir dönüşüm yaşamadığı anlaşılır. Özellikle Akdeniz havzasında ticaret ve medeniyet adına emsâline az rastlanır izler bırakan bu Semitik topluluğun harfleri, muhtelif varyasyonlarla Arâmî-İbrânî-Süryânî kültür hattında biriken ilim-irfan havuzuna girmiş ve böylece ālap/ʿālaf/alef (ܐ, א) (Arapça elifا”) veyahut ayin (ע) (Arapça aynع”) gibi daha niceleri, Arap ve Fars dillerine yerleşmiş. Ayn, bu çerçevede, Arap yazısının latinizasyonunda kesme işâreti (ʿ) benzerî bir sembolle gösterilirken, şâyet bir sözcüğün yazımına eklenmiş ise oradaki sesi gırtlaktan okutma niteliğine sahip hâle gelmiş.

Ayin (עָ), dalet (דַ) ve nun (ן) ile yazılan İbrânîce “ʿādan” (עָדַן) da bu mâhiyette bir sözcük… Harf çevirisi ʿēden… “Zevk, hazz, keyif, sevinç, hazz-ı nefsânî, yani nefsin hoşuna giden zevk ve lezzet”…

13.asrın Orta devir Latin metinlerindeki figüratif kullanımıyla “mutluluk yeri, hazzın en yüce noktası, ölümden sonra kutsanmış ruhların bir nevî mutluluk makamı, büyük mutluluk, saadet, cennet, Tanrı veya Allah katı”… Eski Grekçesi “ēdonē” (ἡδονή)… Kyreneli Aristippos’un ünlü hazcılık (hedonizm) akımına da hayat veren terim… Hatta Freud’u, uygarlığın kıymetli olup olmadığı konusunda şüpheye düşüren şeyin ta kendisi…  

Yani, Eski Mezopotamya’da karşımıza çıkan bu bahçe, Tanah külliyatının ismi üzerinde “başlangıc”ı olan Bereşit (בְּרֵאשִׁית, “Başlangıçta”)’e göre Batı’da Genesis, Türkçe’de Yaratılış, Arâbî’de Sefer-ül Tekvîn (سفر التكوين, sefer’den “Yaradılış yolculuğu”), Farsî’de Peydâyîş (پیدایش, peydâ’dan “Yaradılış”)ilk insanın, Adam’ın veyahut İslâmî terminolojideki adıylaÂdem’in Rab tarafından toprağı işlemesi için çıkartıldığı Eden bahçesi…

Eski Mısır ve Yunan dinlerine göre ebedî mutluluğun yaşandığı, kıtlığın ve sefaletin olmadığı, cennet sâkinlerinin emirlerinde hizmetkârların çalıştığı, kahraman ve erdemli insanların tanrı veya tanrıların eşliğinde hoş bir yaşam sürdüğü bir yer; Yahudi ve Hristiyanlara göre yaratıcının saf mutluluğunun yaşanacağı mahal; İslam’a göre Müslümanların mutluluk ve nîmet içerisinde sonsuz olarak yaşayacakları güzellikler âlemi; Vikinglere göre Odin tarafından yönetilen bir ziyafet salonu; Hindular için soğuğun, sıcağın, kederin, yorgunluğun, iğrençliğin, uğursuzluğun bulunmadığı, keyifli kokularla bedeni ve zihni büyüleyen bahçelerden biri…

Velhâsılkelam, cennet (جَنَّتْ)…

2013’de El-Ras’da ziyâret ettiğim Saaʿed bin Muzaʿaina’nın inşâ ettiği meclis yapısı gibi iki katlı, onlarca odası ve palmiyeler arasında geniş bir avlusu bulunan, ve sanki birden fazla binânın bir araya gelmesiyle meydana gelmiş bir istirahâtgâh gibi… Aynı zamanda huzurlu, sâkin ve nefes alınabilecek bir yer ʿAdān… Bir zaman gibi hızla akıp giden nehrin kara ile kesiştiği bir yer sanki… Bir yolculuğun, belki muayyen, belki de tayin edilmemiş bir seferin sonu… Belki de Arabistan’ın kızgın kum dağları ile örülü, uçsuz bucaksız, yol geçmez kervan yürümez, insansız vahalarında asırlardır konar göçer olarak yaşayan Bedevîlerin duraklayıp huzur buldukları yer.

Hayatın sonunda erişileceğine inanılan son durak, yani cennet-ül ʿadn (جَنَّةِ عَدْنٍ)… ʿAdn ya da Eden bahçesi… Şimdilerde Yemen’in acılı liman kenti olan, bir zamanların müreffeh yerinin ismi de Aden (عَدَن) diğer yandan…

“Eden” ile aynı kökten gelen “maden”, insanoğlunun, bilhassa dinî öykülerde tanımladığı gibi bir “cennet, huzur ve mutluluk makamı” olmaktan ziyâde aslında insanın yüzünü ağartmaktan epey uzak bir mekân olsa da yazıda kullanılan eksantrik fotoğrafta görüldüğü gibi son derece sinematografik kareler de verir bizlere… Tüm tanımlarında yer alan “bozkır, toprak, ova, step, bahçe, kır” ifadelerini göz önüne alırsak, özünde birer coğrafî, e biraz da zirâî terimler olarak bölgenin tüm kadim kültürlerinin ortak sözcüğüdür aslında…

Kaynakça

Francis Johnson, عدن”, Dictionary; Persian, Arabic, and English, W. H. Allen and Co Publishing, London, 1852, p.843.

John Morris, The New Nation, published by John Morris, Vol. III, UK/London, 1880, p.186.

Maximillien de Lafayette, “Bana”, Thesaurus Lexicon of Similar Words & Synonyms in 21 Dead & Ancient Languages, Vol. III, Time Square Press, USA/New York, 2015, p.149.

ʿÖmer bin Mezîd, Mecmûʿatü’n-Nezâʿir, yay. haz. Mustafa Canpolat, “Ve eyzan lehu ʿufiye ʿanhu”, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1995, s.73.

Bir cevap yazın