
Fanusu tozlu bir kandilden mahcur sayfalara aheste aheste düşerken kelimeler Kızıldeniz’de boğulan bir firavun devrilir göğsümün sol ortasına. Tarihin dramı olsa gerek der, geçerim. Devrilen, bir fücurâtın temsilinden öte zıddının kudretinden dermansız inleyen bir şairdir özünde. Ne denilir ki şairlere? Söyleyeyim. Katil denir. Efkarını tutsak eden köylere destursuz giren barbarlar denir. Avamın yalancı, mükerrer, lafzı pek bir hacimli, fakat manası bir o kadar berhava söylencelerine dil uzatan serkeşler denir. Bu gece ne de sefa ile teşrif ettiniz yüreğime, siz katiller, barbarlar, serkeşler. Kırık kalem, tükenmiş mürekkep, müsvedde bir yaprak ve bir de mazur kuşkularınızdan döllediğiniz nühüfte eserlerinizi terk edin koynuma. Bir not bırakın bana. İnsana sadakatin insanlığa ihanet olduğundan bahsedin. Esas intiharın ağır ağır yaşamak olduğundan.
Sahi neydi Muhyiddin’in insandan kastı? Neyi bilmişti onca yıl sonra? Sıfatı zatın bir parçası haline getiren insiyak neydi acep? Zordur idraki. Anlatın da imgelensin hayalim, kavramla dolsun zihnim, ısıtın birazcık penceremin ötesinden sokaklara sarkan buzlarımı. Beni insanlığa bahşedin. Bileyim neymiş insan insan dedikleri. Ha bir de avazınızı kulaklarına tıkayın taşrada umarsız seyahat eden, mağaralarından taze inen Zerdüştlerin. Tanrıların öldüğünü inkâr etsinler. İsa’yı yeniden diriltsinler kentlerin mizacına. Ölümü son kez vicdanlarda kalsın. Köylüleri tehcir edin. Akabinde terk edin yüreğimi esaslı sözlerin vezirleri. Gitmeden bir çocuk yetiştirin mektebimde. Adını yalnızlık koyun. Usul usul büyüsün omuzlarımda.
Artık hoyratı değişlerden arınan bir tinim, vaftiz edilmiş bir bedenim ve dingin bir yüreğim var. Ve bir de üzerime yapış yapış tüm zerreleriyle iltisak eden yalnızlığım. Şimdi sorabilirim uzun süredir itiraf etmekten haya ettiğim sorumu. İnsan insana dokunabilir mi? Daha mucibi, her insan her insana dokunabilir mi? Mümkün mü insanların tüm efradına şamil bir alışveriş? Kolaysa yanıtı bu fütursuzca dönen devran neden bu kadar kirli? Yok eğer zorsa, nereden peydahlanır bunca kendinden emin gayretler? İnsanı insana yakınlaştırmak, insanı insanla uzlaştırmak neden bu kadar müşküldür? Öyle ki bir yanıtı var elbet bu sorunun. Ne zor ne kolay… İtiraf etmekten imtina etmemin sebebi de bu ya. Asıl zorluk sualin niteliğindeki müthiş meçhuliyetten ileri gelmekte.
İnsan bir başkasına nispetle en yakîni kendisini tanırken, en az kendisini tanıdığı kadar aşina olamadığı bir insanın hudutlarından nasıl aşabilir? Hikayeler, muhataba dair fenomenler ve zihninde muhataba rağmen muhatabıyla birlikte ona pek yakın fakat ondan pek uzakta karakterler diker. Eğer yeterince dürüst ve varoluşlarına dair unsurları cömertçe paylaşmaktan geri durmuyorsa taraflar, kuvvetli bir terkip etrafında düğümlenmiş etkileşimin etkinliği de bir hayli fazla olacaktır. Ya peki yeterince dürüst ve cömert değillerse? E bu durumda aksinin açığa çıkması muhtemel değil midir? Peki ya muhatabın zatından oldukça uzakta bir konuma temerküz etmişsek zihnimizdeki karakteri; ona ne katabilir, ondan ne kesbedebiliriz? Böyle bir etkileşim vakti ziyan etmek değil de nedir? Ne demişti intiharın kıyısında debelenirken kızına yazdığı mektupta Aruoba:
“…Bu dünya pek fazla şey vermedi bana. Hoş, ben de ona pek bir şey vermedim ya…Ama başlangıçta öyle değildi. Gençliğimde ben de coşkuyla, tutkuyla atılmıştım hayata; anneni sevmiş, işimde de başarılı olmak istemiştim. Sonra, biliyorsun, işimi de anneni de kaybettim her şeyimi… Peki nasıl oldu da bu hâle düştüm…Sana anlatmağa çalışacağım. Umarım anlarsın; çünkü bu anlatacağımı anlayabileceğinden pek emin değilim. Çünkü, belki ben de tam olarak anlamamışımdır ve anlatamıyorumdur… ‘Coşku’, ‘tutku’ dedim; bu duygularla, şunu isteyerek giriştim hayata: tanınmak. İnsanların, hele, yakınlarımın, beni tanıması, yaptıklarımı görmeleri, ne yaptığımı anlamaları. Bak, sevmesi, saymaları demiyorum; amacım da birçoklarının yaptığı gibi, kendisini şöyle şöyle göstermek, şu şu gibi görünmek, hakketmediği bir sevgi bulmak, layık olmadığı bir saygı görmek, değildi. Beni ben olarak tanısınlar, bilsinler istiyordum. Gençtim, dopdoluydum; büyük işlere girişmek, gücümü sınamak, başarıya ulaşmak istiyordum. Bunları yaparken de nasıl bir kişi olduğum ortaya çıksın, gözüksün istiyordum. İşte, etrafımdakiler de bu kişiyi, bu “ben”i görsünler, kişiliğimi anlasınlar istedim. Sahici olmak; sahiden anlaşılmak, tanınmaktı, istediğim. Ama beni tanımalarını en çok istediğim kişiler, beni en çok yanlış anlayan kişiler oldular. Bak, sakın sen de yanlış anlama: sızlanıyor değilim, hiçbir şeyden yakınmıyorum. Davacı değilim dünyadan. Bunları yalnız senin için; şimdi sana yazıyorum. Başka kimseye söyleyecek sözüm yok. İşte, hep buydu olan: annen beni gerçekten sevdi, biliyorum; ama neydi bu ‘sevgi’? Onun yalnızca daha önceden edinmiş olduğu bakış biçimlerine verdiği addı. Beni, hep ya yanlış anladı ya da hiç anlamadı. Beni hiçbir zaman sahiden ben olarak göremedi ki o zaman kimdi annenin ‘sevdiği’?…”
İşte böyle…
Lakin hayat mücadelesinde tutunduğumuz dallardan ilham alıyorken nasıl olur da yalnız bir dalın kendi ağırlığıyla kırıldığından söz edebiliriz? O ne tür bir dal ki meyve vermek için baharını beklerken nesimi bir rüzgârın okşayışına ihtiyaç duymasın? Bu cihetten bazı insanların bazı insanlara dokunabilmesi mümkün değil midir? Peki bu durumda bazı insanların bazı insanlar için noksanlıkları itmam edici, tamamlayıcı olduğunu düşünmekte kusur aramalı mıyız? Kanaatimce, yapıyı doğru tesis ettiğimiz sürece bu ihtimali azaltmak mümkün. İzah edeyim: noksanlığı itmam etmekten öte yeni bir feza yaratmalı evvelce. Fakat bu noksanlığına daima sahip çıkmalı, onu mülküyle özdeş tutmalı, hep bağrına basmalı, en ücra köşelerde bir sır gibi muhafaza etmeli kişi. Hep onunla uyumalı, onunla uyanmalı ve onunla yaşlanmalı. Ne gösterişli intihar biçimi, öyle değil mi? Ardından yarattığı fezada bu noksanlığın bir idesini, bir taklidini vücuda getirmeli. Hiçbir harici unsurun bizatihi kendi tabii mahalline müdahale etmesine müsaade etmemeli. Fakat sonradan yaratılan bu feza o denli kurgulanmalı ki noksanlıkların defi için en az tabii mahal kadar sahici olmalı? Öyle bir şeyler işte…
Neyse… Onca kırıntının ardından bölük pörçük düşüncelerle çıktım karşınıza. Mağlubum çünkü. İlk mağlubiyetim, bu tevarüs eden insanlığın ferasetini yitirdiği ıssız ovalarda vuku buldu. Dargınım. İnsanlığa değil, insanlara…Vicdanını kıl borularla en kerih mahallelere akıtan çağıma… Hakiki yoldaşlığını esirgeyen, menfaati tahkir edip kıymetli olanı takdim etmekten haya eden, mutluluğu materyal bir çıktı halinde tefsir eden dostlara… Dargınım…
Not düşsün talihim kaderimin yaprakları arasına. Zaman tanığım olsun. Mazbut sayfaların yürekli tümcelerinden işkenceler kudret bulsun şakaklarımda. İnsanlar büyüsün, insanlık küçülsün. Panolara kazsınlar günü geldiğinde: “Galibiyetimiz daim olsun” diye. Belki bir gün ben de ayaklarımda bir kalavra, yüreğimde müzmin bir dargınlık, zihnimde acı bir nisyanla not düşerim pek görgüsüz kara puntoların altına: “Şükür ki mağlubum, mağlup kalanlara minnet olsun!”