Orta Dünya Nesirleri I: Godot’yu Bekleyen Yorgun Halkım

Biz Şarklılar dostum, sonuçtan değil; fakat süreçten mükellefiz.

Bugün kütüphanemden bir hazine buldum. Uzun yıllar dönüp dokunmadığım tozlu kitapların dingin sayfalarını karıştırırken Ziya Paşa’dan alıntılayarak karaladığım bir iki mısra süzülüverdi aralardan. Beklenen lakin aranmayan bir muştunun sevinci ve şaşkınlığı ile okumaya koyuldum.

Âsâf’ın mikdârını bilmez Süleyman olmayan

Bilmez insan kadrini âlemde insan olmayan

İkinci dizenin yeterince sarih olduğunu düşünmekteyim. Bu nedenle yalnızca ilk dizeyi ele alacağım. İlk dizede geçen Asaf sözcüğü Süleyman peygamberin veziri ve aynı zamanda kâtipliğini tevzi eden Asaf Bin Berahya’dır. Mezmurlarda birçok kez adından söz ettiren bu zât aynı zamanda islami kaynaklarda da sık sık zikredilmektedir. Vakıa o dur ki Hz. Süleyman sebelilere bir elçi göndermeyi ve onları müsellem kılmayı arzu etmektedir. Bunun üzerine çevresindeki eşrafa hitaben;

“Ey ulular; bana teslim olarak gelmelerinden önce hanginiz onun (Sebe melikesinin) tahtını bana getirir?, Cinlerden bir ifrit, ‘Sen yerinden kalkmadan önce ben onu sana getiririm’ dedi. ‘Bunu yapmaya gücüm yeter ve ben güvenilir bir kimseyim’. Kendisinde kitaptan ilim bulunan zat ise, ‘Sen gözünü açıp kapayıncaya kadar ben onu sana getirebilirim’ dedi” (en-Neml 27/3840).

Bu ayette geçen “kendisinde kitaptan ilim bulunan zat” Er-Razi ve İbni Kesir gibi müştehir[1] müfessirlerin nazarına göre Âsaf bin Berahya’dır. Öte yandan gazelde adı geçen bu zât  Sa‘lebî’nin ʿArâʾisü’l-Mecâlis adlı eserinde Davut peygamberin kehanetlerine konu olan akıllı, adil ve ilim sahasında rüştünü ispat etmiş bir kimse olarak tasvir edilir. Netice itibarıyla Ziya Paşa’nın bu şahane eserinde isminden söz edilen Âsaf  “ussal zekası kuvvetli ve müreffeh bir nizam ve intizamın müşevviki olarak vücut bulan” şeklinde tevil etmek yanlış olmayacaktır.

İlk dizede geçen ve açıklamaya muhtaç olan ikinci kelime ise miktardır. Bu kelime esas itibarıyla Arapça bir kökene intisap etmektedir. Kadr sözcüğünden türeyen ve fasih Arapçanın muhtelif silsilesinin ism-i âletine denk düşen halkasıdır. Kadr sözcüğü “değer” anlamına tekabül etmektedir. Sözcüğün ism-i âlet sığasına denk düşen miktar lafzı ise “değeri ölçmeye yarayan alet” anlamındadır. Değer sözcüğü en genel haliyle felsefenin bir problematiğini teşkil eder. Felsefenin koyduğu tanımlar neticesinde ise Matematik, Sosyoloji ve Ekonomi gibi disiplinler zamanla bu kavramı özümsemişler ve kendi cihetlerinden değer lafzını tetkik etmişlerdir. Felsefi bağlamda değer, insanın müşahhas(konkre) yahut mücerret(abstre) nesnelerle ile kurduğu ilişkilerin neticesinde ortaya çıkan her şey anlamındadır. O hâlde tüm bu tanımlamalar ışığında miktar, ferdin nesnelerle kurduğu ilişkiden türeyen “kendinde yahut kendisi için şeyleri” gösteren bir alettir. Yani değeri gösteren alet, ölçü, tartı veya mikyastır diyebiliriz.

Kurgusalcı ve varoluşsal bir perspektifle değer sözcüğünü biraz daha kaşıyalım. Herhangi bir nesneyi değerli kılan illet, değerin öznesinden -insandan- bağımsız olarak var olamaz. Ferdin nesneye karşı aktif tutumu nesne üzerinde bir güç dayatmayı zorunlu kılar. Dayatılan bu güç neticesinde ortaya çıkan reaksiyonun söz konusu fert tarafından idraki gerek algısal gerekse fiili bir takım değişim ve dönüşümleri beraberinde getirir. Bu değişim ve dönüşümün beraberinde gelen tepkinin ölçüsü ferdin anlık olarak oluş hâlini baskılamış ise sözü edilen nesne fert nezdinde değerli olarak addedilir. Fakat insan, oluş hâlinde açığa çıkan bu değerle yüzleşebilmesi için nesnede bizatihi var olan yahut var olduğu tasavvur edilen intizamın farkında olmalıdır. Ki bu intizamın farkındalığı vesilesiyle nesneyi kendi iyi-oluş hâline mutabık olarak manipüle edebilsin, güç istencini arzusu ölçüsünde tatbik edebilsin. Demem o ki insan, değerin miktarını tayin etmesi için evvela kendisini ardından da muhatap aldığı nesnenin belli cüzlerine denk düşen nazım ve kurallarını tanımalı ve içselleştirmelidir.

Şimdi ilk dizeye ilişkin biriktirdiklerimizi bir araya getirelim. Âsaf gibi ussal zekası kuvvetli, müreffeh bir nizam ve intizamın müşevviki olan vezirin değerini idrak etmek, onu tarif etmek için en az Âsaf’ın nazmı kadar bir nazma sahip olmak gerekir. Ki bu dizeler böyle bir yetiye ancak Süleyman peygamberin vasıl olduğunu dile getirmektedir. Dolayısıyla Süleyman olmak için Âsafa gerek yoktur. Fakat Âsafın değerini idrak etmek için Süleymana ihtiyaç vardır. Bir başka ifadeyle ussallıkla donatılmış mevcudiyeti kavrayabilmek için söz konusu mevcudiyetin idrakini gerektirecek bir olgunluğa ve mevcudiyetteki değeri açığa çıkaracak dirayete ihtiyaç vardır.

Yaşadıklarımıza Dair

Orta Doğu, uzun yıllardır bir cedelleşme hâlinde. Bizler ise bu yurdun fertleri olarak her geçen gün yeni acı dehlizlerine kapı aralamakta, aksiyonsuz ve cılız serzenişlerle hayıflanmaktayız. Ömrümüz yalnızca gerçekleşmesi vakte bağlı olan emellerden ibaret. Öyle emel ki sonunda insanını tembelliğe düçar kılsın, maksat odaklı kof ideallerin çürüyen koşuşturmacası içinde aldatan sanrılara maruz bıraksın. Oysaki büyük bir halk olmak, müreffeh bir yaşam sürmek için emelleri bir kenara bırakmalı ve üstün gayeleri mikyas almalıyız. Zira gayelerin gerçekleşmesi için zamandan fazlası gerek. Noksanlığımızı def etmek üzere cılız aksiyonlar yahut işlevsiz şikayetlerle değil de bizzat sürecin sonuçtan daha mühim addedildiği deontolojik bir etik anlayışı çerçevesinde sürekli çabalamalı, kendi masalsı dünyamızı kendimiz kurmalıyız.

Gayelerin gayret beklediği bir fenâda tek tek bizlere düşen bütün bir sistemi iyi hâle getirmek değildir. Lakin her ne pahasına olursa olsun iyiye, mükemmele hizmet etmenin farkındalığına ve neticesinden bağımsız olarak verdiğimiz mücadelenin kıymetine sıkı sıkı sarılmalıyız. Öyle kıymet ki kendi mahiyetine içkin ve içerisinde boşluk olmayan bütün bir ussallığın meşruiyetine kendisi kefil olsun. Yani insanın aşkın bir varlığa inanmasından bağımsız olarak sırf kıymetin kendinde bir kıymet barındırması hasebiyle iyiye hizmet etsin.

Ziya Paşa’dan aldığım iki dizelik beyitten yola çıkarak izah etmem gerekirse; değerli, kıymetli ve müreffeh bir topluma (Süleyman’a) sahip olmamız için ussallığın ve muhteşem bir nizamın müşevviklerine (Âsaf’a) değil, fakat bu müşevviklerin kıymetini algılayabilecek ve bu algının neticesinde üstün bir fikir temaşasıyla derhal aksiyon alabilecek iradeye (Süleyman’a) ihtiyacımız var. Bütün bir Batı tarihine göz gezdirdiğimizde göreceğiz ki kapsayıcı hukuk ilkelerinin, olgun bir demokrasi ve insan haklarının, ayarında hürriyet şuurunun temelinde Asafın miktarını arayan bir Süleyman yatar.

Fakat bizler, Orta Doğu halkları, apoteotik lider saplantısı içerisinde sürekli güzel günleri kuracak bir önderi, bir mesihi arıyoruz. Fikirlerin değil şahsiyetlerin taraftarı olarak zihnimizi faydasız boşluklara galebe çaldırıyoruz. Toplumsal zayıflıkları giderecek bir nazım arıyoruz. Fakat intizamın bizzat kendisine bakmıyor ve Âsafa ışık tutan tüm değerlerden kendimizi soyutluyoruz. Üstüne üstlük bu değerleri küçümseyerek tüm sorunları sağ cenah-sol cenah fark etmeksizin kişi ve grupların üzerine yıkıyoruz. Uğraşılarımızın, çabalarımızın, haykırışlarımızın bir an evvel sonuç vermesini, başarıya ulaşmasını bekliyoruz. Aksi hâlde mücadele vermek için yeterli motivasyonu bulamıyoruz. Makyavelist bir düşünce anlayışıyla amaç odaklı çalışıyor ve çalıştıkça ahlaksızlaşıyoruz. En nihayetinde ise her şeyin kötüye gittiğinden yakınıyor, suçları yıkacak bir günah keçisi buluyoruz. Tıpkı Godot’yu bekleyen yorgun ve sefil halklar gibiyiz. Kendi sivil toplumumuzu yaratmalıyız. Dışarıyı aydınlatamazsak bile kendi içimizde sonsuza dek yanacak ateşi açığa çıkarmalı ve yepyeni sosyal inovasyonlara gebe miktara talip olmalıyız. 

Yazıma Beckett’in “Godot’yu Beklerken” isimli eserinden birkaç satır alıntılayarak son vermek istiyorum…

“Boş konuşmalarla zamanımızı harcamayalım! Fırsat varken bir şeyler yapalım! Her gün birilerinin bize ihtiyacı olmuyor. Aslında özellikle bize ihtiyaç duymuyorlar. Başkaları da daha iyi olmasa bile, aynı derecede bizim yaptıklarımızı yapabilirlerdi. Kulaklarımızda çınlayan şu yardım çığlıkları bütün insanlığa yöneltilmiş! Ama burada, zamanın bu anında, istesek de istemesek de bütün insanlık biziz. Çok geç olmadan bundan yararlanalım! Zalimce bir alın yazısının bize layık gördüğü iğrenç güruhu hakkıyla temsil edelim! Ne dersin? Kollarımızı kavuşturup yardım etmenin iyi ve kötü yanlarını hesaplarken cinsimize kötülük etmediğimiz doğru. Kaplan hiç düşünmeden hemcinsinin yardımına koşar ya da çalılıkların kuytularına siner. Ama sorun bu değil. Sorun burada ne yaptığımız. Ve cevabı bildiğimiz için mutluyuz. Evet, bu uçsuz bucaksız karmaşada kesin olan tek bir şey var. Godot’nun gelmesini bekliyoruz.”

“Estragon: Ben böyle devam edemeyeceğim.

Vladimir: Demek böyle düşünüyorsun.

Estragon: Ayrılalım mı? Bizim için daha iyi olabilir.

Vladimir: Yarın kendimizi asacağız. [Bir an.] Tabi Godot gelmezse.

Estragon: Peki ya gelirse?

Vladimir: Kurtuluruz. (s.148)”

Esenle kalınız…


[1] Tefsir külliyatında adından sık sık söz edilen meşhurlar.

Bir cevap yazın