
Yazardan not: Yazıyı okuduktan sonra Fransız müzik grubu Roseaux’dan Heart and Soul’u dinlemek keyifli olacaktır.
Kalktım. Zor bir kalkış oldu benim için. Külçe gibi yorganı üzerimden atmak için kendimi bu fikre hazırlamam gerekti. Geceden kalma makyajımın yastıkta bıraktığı izleri gördüğümde durduk yerde yastık kılıfı değiştirmek gibi bir mecburiyetin altına girdiğimi fark ettim. Esnerken saçlarımı tepeden topuz yaptım. Çıkarmayı unuttuğum için bileğimde kalmış olan toka kangren edecek kadar sıkı olmasa da bir küçük göçük bıraktı ardında. Bileğim kaşınmaya başladığı sırada banyoya vardım. Aynaya baktım. Akmış rimelimle birlikte iyice belirginleşen göz altı morluklarımla yüzleştim. Ayılmak için yüzüme çarptığım soğuk su klor kokuyordu.
Aynaya bakarken aklıma bugün biriyle görüşeceğim geldi. Yeni tanışacağım biriyle. Üç yıl yurt dışında yaşamış, yenilerde dönmüş ülke topraklarına. Ortak bir arkadaşımız vesilesiyle karşılaştık bir kez, bir kutlamaydı ancak tanışacak kadar yakınlaşmadık. Uzaktan yakaladı gözlerimiz birbirini, daha ötesi olmadı. Sonrasında telefon numaramı istemiş arkadaşımızdan, benimle bir kahve içmek istermiş. Seve seve kabul ettim. Bugün kendime bayıldığım bir günümde değilim ama elimden geleni yapacağım. Titrek bir heyecan var üzerimde, ilk buluşmalar beni hep heyecanlandırır. Bu heyecan, karşımdakinin üzerine düşmemek ama yine de ilgimi kaybetmemek arasındaki ince çizgide sallanmadan ayakta durmamı sağlar. Gözlerin içine bakmak öyle büyük bir adım değildir ama yine de cesaret ister. Bugün kendime bayılmıyorum ama cesaretimi koruyorum.
Kendimi buluşmaya hazırlamak için aklıma açık kahveden elaya çalan gözlerini getirmeye çalıştım. O gün kahverengi deri ceketinin altında beyaz bir tişört giymişti. Ellerini sağa sola savurmadan usturuplu hareketlerle bir şeyler anlatıyordu. Etrafı kolaçan eder bir hali vardı, nazikçe bakıyordu çevresine. Onu böyle bir anda görmüştüm. O gözlere baktığımı hayal ediyorum. Ama zorlanıyorum. İnsan birinin gözlerinin içine bakarken kendine yabancılaşıyor. Sen o gözlere bakıyorsan o gözler de sana bakıyordur. Kaçamazsın. Tek başına yapamazsın bu işi, saklanamazsın. Dolayısıyla fedakârlık gerektirir birinin gözlerine bakmak. Gözler söyler, bana bakabilirsin ama kendini açık edersen.
Ben çoğunlukla kabul ederim bu teklifi. Ama aradaki sessiz anlaşma korkutur, deli işi bir cesaretle ortaya atmam kendimi. Bakanın doğruca içimi göreceğinden değil de ona baktığımı açık ve seçik olarak bilmesinden korkarım. Verdiğim kararlar, niyetlerim bilinir sanki artık. “Dalmışım bir an!” bahanesine saklanamam, inandırıcı değildir insanın birinin gözüne dalması. Böylesi bir açıklık korkutur işte beni.
Ama tüm bu açıklığın içinde kendime kalan taraflarım vardır hala, yok değildir. O gözlerde ne gördüğüm, aklımdan geçenler, hoşluğum ve hoşnutsuzluğum bana kalır. “Kirpikleri ne kadar gürmüş.” veya “Gözbebeklerinin büyümesi hayra alamet değil!” gibi mimiklerimden anlaşılmayacak yargıları kendime saklayabilirim. Sesler zihnimde yankılanır ama gözlerimden okunmaz. Hatırlıyorum, atölyeyi açmak için kredi çekmek istediğim dönemde bankalarla görüşmelerim olurdu. Her görüşmede heyecanlanırdım, sunduğum beş yıllık planın gerçekçi olmadığı işgüzar bankacı tarafından da anlaşılacak diye içim içimi yerdi. Ama açık vermeden, sesimi bile titretmeden, kendimden emin -belki de biraz cüretkâr- bir biçimde gözlerimi karşımdakine diker, ona masanın diğer tarafında oturuyormuş gibi hissettirirdim. Açıkçası açık vermemek konusunda kendime güvenirim, ufak bir dudak hareketinin bile ne denli bir savunmasızlık olduğunu bilir, buna göre hareket ederim. Savunmasız kaldığım tek an, o gözlere bakmak için yanıp tutuştuğumu itiraf ettiğim andır. Tanımadığım bir bankacı bile olsa gözlerinin içine çekilirim. İşte bundan kaçamam.
Bazen gözler birbirine bakarken sohbet akmaya devam eder. Ne korkunç bir an! O anlarda türlü türlü şeyler düşünürüm; severim, iğrenirim, beğenirim, küçümserim, şaşırırım… Ama mimiklerimi tuttuğum gibi dilimi de tutmam gerekir. Ağzımdan çıkanla aklımdan geçen farklı dünyaları temsil eder. Renkleri, sesleri, kokuları farklıdır bu dünyaların. İki dünyada da varımdır ve bu ikilik bedenimi parçalara böler. Algılarım karışır, savunmasız kalırım. Zamanın akışında durup düşünmeye ve doğru sözleri seçmeye imkân yoktur. En azından ben o kadar marifetli değilim. Hem gözlerimi başka gözlere odaklamak hem de ifademi sabit tutmak yeterince zorlarken, bir de sözlerime hâkim olmaya çalışmak saatli bir bombaya çevirir beni. Sohbet akar, geriye sayım başlar. İşte o andaki küçük bir dikkat dağınıklığıyla ortalık kan gölüne döner. İşte bu, açık vermektir.
Aynada kendi gözlerime bakarken ve yansımamın sonsuz katmanları arasında dolaşırken, akıtan musluğun sesiyle irkildim. Su damlalarının sesi vaktimin azaldığını ve hazırlanmam gerektiğini işaret ediyor gibiydi. Uçuş uçuş kırmızı elbisemi giydim ve akşam havanın soğuyabileceği ihtimaline karşılık üzerime de inceden bir hırka aldım. Topuzumu açtım, saçlarımı havalandırdım, tokamı bileğime taktım. Yabancılaştığım kendimle yeniden bütünleştim. Kapıyı kilitlerken banyodan hala ses geliyordu: tik tak, tik tak, tik tak…