Son Jeton

Değerli okurlar, yazımı bu müzik eşliğinde okumanızı tavsiye ediyorum. Keyifli okumalar…

Yüzün Lisanı

Bir insanın yüzü geçmişini anlatır. Dikkatli bakarsanız tüm mazisini yüzünden okuyabilirsiniz. Ama yalnızca çok iyi okurlar bunu başarabilir. Bu özel lisanı bilmeyenler baktığında ise alelade ve anlamsız bir ifadeye rastlar.

Benim yüzümü okuyabilen olmadı henüz. Okuyamadıkları bu yüzü soğuk ve sert olarak tabir ederek beni haklı çıkardılar. Gördükleri ifade belki sertti ama bu sertliğin derin manasını kimse bilmedi. Tam da bu noktada aklıma her zaman Jack London’un Martin Eden isimli romanında geçen o can alıcı cümle gelir:

“O kızın sert bakan gözlerini gördünüz. Kendi başının çaresine bakmış bir kızın gözleri yumuşak olamaz.”

Bu cümleye ne zaman rastlasam hep benim için kurulabilecek en iyi cümle diye düşünmüşümdür. Evet. Ekseriyetle yalnızdım. Çevremde birileri varken de yokken de yalnız hissettim. Şuna eminim ki etrafında düzinelerce insan olup yalnızlığın pençesinde kıvranan pek çok kimse vardır. Yalnızlık asla nicel* bir kavram değildir. Anlaşılamamak, anlatamamak yalnızlığa gebedir. Yalnızlıkla ilk tanış olduğum dönemlerde ondan köşe bucak kaçıyordum. Fakat ondan kaçtığım her yol yine ona çıkıyordu. Bu dünyaya ve insanlarına bütünüyle yabancı hissediyor, hangi ortamda bulunursam bulunayım, nereye gidersem gideyim aidiyet duygusundan yoksun bir şekilde adeta bir yapbozun kayıp parçasıymışçasına ait olduğum yapbozu arayıp duruyordum. Belki de ne ben yitik bir parçaydım, ne de ait olduğum bir yapboz vardı.

Bir hayli kırılıp dökülerek, üzerime inen her çekiç darbesinden dövülen kılıç gibi şekillenerek ve sertleşerek son halimi aldım. Demire inen darbe onu kılıç haline getirirken ruhuma inen darbeler de beni bu hale getirdi. O yüzdendir ki yüz okuma lisanını bilmek önemlidir. Aksi takdirde birbirimizi yaşadığı acı hatıraları bilmeden yargılamak kaçınılmaz olur.

Yalnızlık

Yalnızlıktan kaçtığım sığınak insanlar iken, insanlardan kaçtığım sığınağım oldu yalnızlık. Evvela ondan kaçmak için nice yollara, birçok kimselere başvurdum. Hep beyhude girişimlerdi bunlar. Bir kez ona esir düşünce esaret yüzü görmek hayli zordur. Benim yalnızlığım önceden mecburiydi, şimdi ise gönüllü. İnsanları tanıdıkça yalnızlığın pek de fena bir vaziyet olmadığına karar verdim. İnsan yalnızken de pekâlâ mutlu olabilir. Yeter ki onu bitirip tüketen, iyi niyet ve sevgisini suistimal eden kimseler hayatını işgal etmesin! Yalnızlığımı sevdim, benimsedim ve insanlar yerine ona sarıldım. Sonra da kendimin önüne bir set çektim, kimse onu aşıp bana ulaşamaz oldu. İçten içe hem ulaşmalarını istiyor, hem istemiyorum. Zaten önümdeki seti gören kimse de onu aşıp bana ulaşmaya çalışmıyor. Kimse o denli sevmiyor beni; gerçek bana ulaşmak isteyecek kadar. Farkındayım. Başka çarem yok. Benim hikâyelerimin sonu mutlu bitmiyor zira. Bir masalın prensesi, Mecnun’un Leyla’sı veya Kerem’in Aslı’sı değilim ben. Kimse benim için meczup olmadı, dağları aşmadı. Ben tek başına bir Selma’yım. Adımın yanına ilişecek bir başka isim yok.

Birkaç Mürekkep Damlası

Ünlü filozoflardan Nietzsche ile ilgili bir kitap okumuştum. Bu hayatta kendimi yakaladığım nadir birkaç kitap, bazı dizi ve birtakım insanlar oldu. Bu kitap da kesinlikle onlardan biriydi. Bu kitabı okuduğumda benden 200 küsur yıl önce var olmuş birinin benimle hemen hemen aynı yollardan geçerek aynı sona vardığını hayretle fark ettim. İnsanlara güvenmek hatasına birkaç kez o da düşmüştü. Bunun akabinde yalnızlığına sığındı çaresizce.

Süte bir damla mürekkep düştü. İlkin küçük bir noktaydı. Fakat zaman ilerledikçe kapladığı alanı genişleterek yayıldı. Nihayetinde bembeyaz süt zifiri karanlığa bulandı. Güven de tıpkı berrak ve temiz süt gibidir. Küçük de olsa bir damla içine düştüğünde bir daha eski berraklığına dönmeyecek şekilde damla damla kirlenerek yok olur. Güvene ilk damla ne zaman düştü bilmiyorum. Fakat ardı arkası kesilmedi. Mürekkep damlalarını güvene salan güvenilenlerdi. Bu yazılı olmayan fakat genelgeçer bir kanundur.

Ta en başından beri bilirdim insanların güvenilmez olduğunu. Yine de içten içe inanmak ve birine koşulsuz güvenmeyi tatmak isterdim. Ama hikâyenin sonuna geldiğimizde avuçlarımın arasından mürekkebe bulanmış simsiyah güven akıverirdi. Tutamazdım.

Son Jeton

Hayat devamlı oynayıp yenildiğim bir oyun gibi. Oynadıkça kaybediyor, kaybettikçe oynuyorum. Hani bir makine vardır, jeton karşılığında içinden oyuncak yakalamaya çalışırsınız. Benim sevinçlerim tıpkı oyuncağı yakaladım diye sevinecekken makinenin aparatından kayıp tekrar düşmesi gibi kısa süreli ve geçiciydi. Ellerimin arasından kayıp giden oyuncak değil hevesle kucakladığım mutluluğumun ta kendisiydi. Hayat öyle sanıldığı gibi karmaşık ve zor değil. İşte şu jeton oyunu kadar basit ve acımasız. Kural belli, yapılacak olan belli. Jetonu at, oyuncağı yakala. Jetonlarım tükenmek üzere. Yakalamaktan bir türlü vazgeçemediğim o oyuncak uğruna harcadım pek çoğunu. Lakin her defasında bin bir uğraş ve titizlikle yakalamak üzere olduğum oyuncağım ani bir hareketle ellerimden kayıp düştü.

Siz istediğiniz oyuncağı yakalayabildiniz mi? Hani onca oyuncak arasından gözünüze hemen ilişen ve şiddetle yakalamak istediğiniz oldu mu? Muhakkak olmuştur diye tahmin ediyorum. En çok hangi oyuncağı yakalamak isterseniz o en ulaşılmaz hale gelir. Makinenin ağzı bazen boş döner yukarı, bazense pek de istemediğimiz bir oyuncağı kapıp verir. Ama aklımız hep o en çok istediğimizde kalır. Ne elimizdeki ile yetinir ne diğerini unutmayı beceririz. Hayat bu makineyle benzer prensipte akar: bir bize sunulan mutluluklar vardır, bir de bizim kavuşmayı arzuladıklarımız. Elime aldığım hiçbir oyuncak aklımdakini silecek kadar tesirli olamadı. Gözüm ve aklım hep o oyuncakta takılı kaldı. Hal böyleyken elimdekine kanaat etmeyi de bilemedim. Belki de bazen ısrarcı olmamak gerek. Payımıza düşene kanaat edip daha fazlasına uzanmamak gerek.

Sizden elinizdeki oyuncaklara dönüp bakmanızı istesem ne yapardınız? İçimizden kimileri en çok istediğini yakalamış ve daha fazlasına tamah etmektedir, kimisi en çok istediğine uzanamayıp eline gelenlerle de mutlu olmayı becerememektedir ve bir kısmımız da henüz hiç oyuncak yakalayamamıştır. Bu üç zümreden hangisine mensupsunuz? Birinci zümreye bakıp niçin onlar gibi ben de istediğime erişemedim de buna kanaat etmem gerek demektense üçüncü zümreye bakıp elimizdekilerin kıymetini idrak ederek mutluluğu bir yerinden yakalamak gerek.

Mesela ben, gözümü alan, gönlümü kaplayan o oyuncaktan güç de olsa vazgeçtim. Ona erişmek için verdiğim takdire şayan gayretin ne önemi var ki amacına hizmet etmedikten sonra. Bazen vazgeçmek dışında yapılacak bir hamle kalmıyor, en zoru bu olsa da… Artık ona sahip olmakla ilgili bir düşüncem kalmadı. Makineden yakaladığım oyuncaklara dönüp baktığımda onlarla da yetinmeyi öğrenebilirim.

Jetonlarınızı boşa harcamayın. Hayat onları bir daha geri vermiyor. Dilerim herkes istediği oyuncağı ilk seferinde yakalar, ya da yakaladıklarının kadrini bilmeyi öğrenir.

1 Yorum

Bir cevap yazın