
Hayatın genel akışı içerisinde, oturduğum bir kafede ya da beklediğim bir durakta insanları izliyorum bazı zamanlar. Kargaşanın içerisinde nasıl göründüklerine bakıyorum. Dahası onlara öylesine bakanlara inat, görmeye çalışıyorum. Havaya hep genel bir ciddiyet hâkim olsa da güldüklerini, söylendiklerini ve kızdıklarını görüyorum. Biraz daha dikkatli baktığımda ise gözlerinden yüreklerine düşmüş o karanlığı hissediyorum.
Bol sohbetli bir arkadaş grubunda bahsi geçen şeye güldükten sonra uzaklara dalan o kadını, dumanı havaya karışırken “bırakamıyorum abi sigarayı, n’apayım” deyip kısacık bir an başını yere eğen adamı, durakta çocuğuna bağırdıktan sonra gözleri dolan o anneyi görüyorum. Ve şahit oluyorum her birine.
Gördüğüm kısacık anların içerisindeki gizli özne hep acı.
Gözlerimi kapatıp yükselen seslerini dinliyorum. Kolektif bir haldeyken hiçbir şey ifade etmeyen o gürültünün anlam kazanmasını bekliyorum bir süre. Kahkahaların arasına karışmış bir hıçkırığı, tartışırken hâkim olunamayan küfürleri, günlük konuşmaların arasına sıkıştırılan sözlü tacizleri duyuyorum. Ve şahit oluyorum yeniden.
Duyduğum her cümlenin gizli öznesi benliğe yabancılık.
İnsanları izlemek, aynadaki yansımamı izlemek gibi. İnsanları dinlemek, içimde yankılanan sesi dinlemek gibi. Karşımda oturan aslında hep benmişim. Kendime kızmışım, kendime sövmüşüm, kendime gülmüşüm.
Eğer bir gün yansımamdaki acıyı silersem, içimde yankılanan sese benliğini öğretirsem diner mi kendimize ettiğimiz bu zulüm? Susar mı insanların kendiyle kavgası ve biter mi bu düşmanlığımız?
Bilmiyorum. Fakat çabası içerisindeyim. Gördüğüm ve duyduğum hiçbir şeye duyarsızlaşmamak için, kendime yabancılaşmamak için ve dilsiz bir şahit olmamak için çabalıyorum. Çünkü susmak götürüyor bizi aydınlıktan karanlığa. Çünkü susmak karanlıkların en büyüğü.