Uyanırsam Bitsin Zulüm

Ahmet Telli’ nin: “Çok uzak ve çok beklenen

bir şey var gibi

doluyor akşamlarına birden,

batırıyor canına dişlerini,

az değil sessizliğin öğrettiği…” mısralarını okurken buluyorum zihnimi. Masamda, dört kaktüsün aynı toprağı paylaştığı tek bir saksıyla göz göze geliyorum. Hediye edeni ve edildiği anı anımsıyorum. Tam o an oturuyor bir düğüm boğazıma. Nefes almak için kaldırıyorum başımı ve gözüme, kuruması için, aylar öncesinden kitaplarımın yanına iliştirdiğim, hediye o gül çarpıyor, daha da derin bir iç çekiyorum bu sefer. Yaşadığım nice ayrılıklara, ihtimal dahilinde olan ayrılıkların kederi ekleniyor.

Duygularımın mideme vurgun yaptığı bir akşam yine. Suyumdan bir yudum alırken fark ediyorum boğazımdaki yumruyu, kulağımda Nuvole Bianche – Ludovico Einaudi. Kursağımda kalmış her şeyin şerefine diyip bir yudum da kaynar çayımdan alıyorum, yakıp götürmesini umarak… Düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi ve varlığımın bu kadar rahatsız ediciliğini sorguluyorum. Başlıyorum kendi kendime konuşmaya:

“Acının başkenti; kadın olmak!” diyorum. Durduramıyorum içimde ki isyanı: “Sınırlar ne olursa olsun, nerede olursa olsun değişmeyen hüznün başrolü… Çocukluktan itibaren, her türlü geleneksel baskının odağı olan kadınlar, yetişkinlikle beraber, her türlü kötü zihniyetin, kötü eylemlerin, intikamın, akılda ki ilgi odağı. Yaratılışı sevmek üzere olan bir varlığa, sevgisizliğin bir o kadar reva görüldüğü kadınlar, kadınlarımız, varlığımız…

Mahrumiyetin mahkumiyetle kol kola gezdiği yılların hengamesine bakmadan, cüretkâr bir zaman diliminde, cüretkâr kelimelerle buradayım. Dünyanın kavurucu acısında, bir kadının merhametinde hiç gölgelenmemiş gibi insanlığımız. Faniliğine fedakarlığı giydirebilmiş yegâne varlığa hürmetsizliğe ant içilmiş gibi… Arkasına sığınılan bahanelerin yırtıcılığından söz etmek dahi gelmiyor içimden. Ritmine ayak uyduramadığım, zalim egemen dünyanın rüzgarına karşı dururken hürriyetimin bestesini arıyorum.

Dilim, dinim, ırkım, mezhebim ve meşrebim ne olursa olsun, olduğum ve inandığım gibi yaşamaya çalışmanın bu kadar mücadele gerektirmesinden ziyadesiyle yoruldum, yorulduk. Gözyaşları ile sarılarak veda ettiğim nice zamanlar, mekanlar, nefesler oldu. Ne için peki bunca hengâme? Gücünü erkekliğin makamından alan zihniyetlerin, bitecek olan, dünya tamahından!

Muhakeme yeteneğini kaybetmiş bir topluluğun, vicdan yoksunu mahkemelerinde, cepleri dolduran yargılamalarıyla yaşıyoruz. Kadınların kemikleri sızlıyor ülkemde, üstelik yaşayanların da… Görünüşten başlayan hapsetmelerin fikirlere kadar uzandığı bir dönemdeyiz. Herhangi bir şafağa kurban gitmenin ürpertisiyle nefes alıyoruz. Varlığımdan rahatsız her düzenin, düzen bozanıyım!” diyerek yükselirken sakinleştiriyorum kendimi. Kendini yormanın ne anlamı var ki zaten?

Sessizlik ve şiirler getirdi beni bu hale, işlemiş dik başlılık kanıma. Annemin: “Sen benim kabul olmuş duamsın.” sözüne hürmeten asiliğimi frenliyorum. Uyku bastırıyor hafiften, gözlerimi dinlendirmem gerektiği geliyor aklıma. Gerçi bunca şahit olmuşluktan sonra ne kadar dinlendirebilirim gözlerimi, bilemiyorum. Kadın olmanın herhangi bir mücadele gerektirmeyen rüyalara dönmekte fayda olabilir. Uyuyayım, doğsun gün, uyanırsam bitsin zulüm…

Bir cevap yazın