
Arka kapağında, “İşleneceğini herkesin bildiği ancak engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayetin öyküsü.” yazan bir kitap vardır. Gabriel Garcia Marquez, Kırmızı Pazartesi.
Arka kapaktaki bu cümleyi ilk okuduğumda içimde standart bir merak uyandırmıştı. Fakat kitabın içine girdiğimde bu cinayetin bir namus cinayeti olduğunu gördüm. Arka kapaktaki cümlenin anlamı benim için daha büyüktü artık. E tabii, namus cinayeti denilince dünyanın hangi toprağında yaşıyorsanız yaşayın, aklınıza bu cinayetin sebebi olarak yalan, hile, emek hırsızlığı, umut tüccarlığı, hak yeme gelmez. Namus cinayeti, topyekûn kadın, kadın vücudu, kadın bekâreti ile ilgilidir, bizle ilgilidir. Uluslararası cinayet sebeplerinin olduğu bir dünya!
Kırmızı Pazartesi’de birileri göz yummuş, birileri ölmüştü. Birileri, başka birilerini, toplum ahlakı, gelenek, görenek başlığı altında bilerek ya da bilmeyerek dolduruşa getirmişti, birileri, maalesef, cinnet geçirircesine dolmuştu.
Kitabı bitirdikten sonra düşünmüştüm, acaba Türk bir yazar böyle bir konuyu ele alsaydı, nasıl olurdu diye. Oysa usta kalem Yaşar Kemal 1976 yılında, yani Kırmızı Pazartesi yayımlanmadan çok önce yazmış aklımda canlandırmaya çalıştığımı, Yılanı Öldürseler’i. Hatta yetmemiş, toplumumuzun rezil gerçeklerini, asırlardan beri süren eril sistemi gözlerimizle görelim diye sinemaya da uyarlanmış. Filmin yönetmenliğini yapan Türkan Şoray, muhakkak ki durumun vahimliğini yazı yoluyla aktaramayacağız, aktarsak da bu topraklarda çok değer görmez, izletmek gerek diye düşündü.
Kısacık kitaptan bahsedeceğim. Kitap, bir çocuğun, dokuz yaşındaki Hasan’ın, hep birlikte akşam yemeği yerken babasının öldürülmesiyle başlıyor. Bütün köy halkı bu cinayeti, Hasan’ın annesi Esme ile onun hapisten çıkan ilk aşkının planladığını düşünüyor. Evet, Hasan’ın babası Halil’i, hapisten çıkan Abbas öldürüyor ancak bu işte Esme’nin hiçbir parmağı yok. Aksine, Abbas karşısına her çıktığında sevdası yüreğini yaksa da “Git buradan, oğlum bile var benim artık, git.” diyen biri. Tabii köy yeri, herkesin salt doğruları var.
Velhasıl, Abbas da Halil’in akrabaları tarafından öldürülüyor. Hasan’ın babaannesi başta olmak üzere bütün köy halkı, Halil’in kanının yerde kalmaması için Esme’nin de ölmesi gerektiğini düşünüyor. Hatta, Esme ölmedikçe Halil’in zebanilerden işkence gördüğünü, hortladığını, ruhunun böceklerin, çıyanların, yılanların içine girdiğini konuşuyor tüm halk. Esme’yi öldürme sorumluluğunu da küçücük Hasan’ın üstüne atıyor, eline silah verip ayağına kundura giydiriyorlar. “Bak bak, yılanı görüyor musun? O senin babandır. Ruhu ona girmiştir. Anneni öldürmezsen baban bu yılanın içinde acı çekecektir.” diyorlar dört bir yandan. Çocuk küçük, kâbuslarında babasının yılan olup kanını yerde bıraktığı için kovaladığını görüyor her gece. Psikolojisi iyiden iyiye bozulan Hasan, canından çok sevdiği, güzeller güzeli anasını öldürüp öldürmemek arasında gidip geliyor kitap boyunca. Neyse, sonu belli. En sonunda da öldürüyor.
Oysa Hasan, babasının annesine tecavüz etmesiyle dünyaya geldiğini bile bilmiyor.
Yaşar Kemal’in Çukurova’sı bende yaşadığım toprakları sevme arzusu uyandırırdı. Örneğin İnce Memed’in tüm haksızlıklara karşı dimdik duruşuyla göğsüm kabarırdı. Ancak ilk kez bunu yaşamadım. Bu seferki, bir halk masalı değildi. Düpedüz, kapkaranlık gerçeklerdi. Anadolu ilkelliğini, törelerin aldığı hayatları, kadın düşmanlığını, cehaleti, hurafelerin kulaktan kulağa dolaşmasıyla bağnazlığa bürünmesini; kısacası çoğu zaman alışkanlık hâline getirdiğimiz Anadolu güzellemelerimizi arka plana attığımızda elde kalan tek gerçekleri gösterdi. En çok da çok değer verdiğimiz toplumsal ahlakımız küçücük bir çocuğu nasıl katile dönüştürdü, onu gösterdi.
Sonra düşündüm. Bu düzen hepimizi katile dönüştürmüyordu ancak içimizdeki çocuğu öldürüyordu. Katil düzenin kendisiydi. Bacak arasını kutsallaştıran, kadının tecavüze uğrasa da doğurması ve kocasına bakması gerektiğini haykıran gelenek göreneklerimizin (!) dikte edilmesiyle büyüyen katiller yetiştiriyorduk. Bu katiller de kısır bir döngünün içinde başka katilleri yetiştiriyordu.
Sonra tekrar düşündüm: “Ne yerde kalmış bir kan vardı ne zebaniler vardı ne de yılan olmuş bir baba… O zaman nasıl yaşandı tüm bunlar?”
Yaşar Kemal’in de anlatmak istediği buydu kanımca: Yılan formuna bürünen Hasan’ın babası değil cehaletti. Bu yılanı bir kez olsun öldürseydik, yılan bizi sokmadan bir kez öldürseydik her şey çok farklı olurdu. Ne Gabriel Garcia Marquez, herkesin bildiği ama kimsenin hiçbir şey yapmadığı bir namus cinayetini anlatırdı; ne de Yaşar Kemal dokuz yaşındaki bir çocuğa annesini öldürterek katil ederdi. Çünkü bu iki büyük yazar da dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar cehaletin, bağnazlığın, törelerin bu denli yıkıcı olduğunu bilmeden yazarlardı yazılarını.
Mesele, yılanın kendisiydi.
Mesele sadece, yılanı öldürmekti.