Yazı mı, tura mı?
Doğduğum günden beri hiç yazı tura kaybetmedim. Evet, inanmayabilirsiniz ama bu doğru. Bir kez olsun kaybetmedim. Çocukluk yıllarında bu özelliğimi fark ettiğimde ufak tefek iddialarda kullanırdım bunu. Bahçeden kaçan topu almaya kim gidecek? Yazı tura atalım. Son iki dondurma kalmış, çilekliyi kim alacak? Yazı tura atalım.
Aradan birkaç yıl geçti. Lise zamanlarındayım, okuldan sonra nereye gideceğimiz konusunda karar veremiyoruz. Yazı tura atalım.
Lise bitmeden önce bir şey daha fark ettim. Kazandığım tek şey yazı tura değildi. Bir olayın başarı sonucunu ben hep önceden biliyordum. Fakat bunu bilmemin tek yolu vardı, iki seçenek olması. Sınav sonuçları açıklandı, kaldım mı geçtim mi? Çoktan biliyorum. Babamla birlikte kapanmaya çok yakın bir zamanda alışveriş merkezine gidiyoruz, girebilecek miyiz yoksa kapalı mı? Onca yıl binlerce kez iki seçenekli ihtimaller arasında kaldım ve yine de yanılma payım, sıfır.
Sonrasında hayat biraz daha ciddileşti. Üniversite yılları, daha kritik, daha uzak belirsizlikler… Büyük büyük dedemin hastaneye yatırılış günü geldi. Durumu önümüzdeki hafta için çok kritik. Ben gelecek hafta dünyada olmayacağını biliyorum. Arkadaşlarımla beraber mezun olduk. İş başvuruları süreci başladı. Birçok insan gibi onlar da şuraya başvurdum, şu zamanda cevap gelecek. Alınıp alınmayacağını biliyorum. Ağabeyimin yetişkinlik zamanı sonra, çok önemli bir olay gerçekleşmek üzere onun için. Kız arkadaşına evlenme teklif edecek. Aylar öncesinden moral gezisi için hazırlanmaya başladım, çünkü gerçekleşmeyecek.
Hayatımın ilk otuz dört yılında her zaman, hiç ıskalamaksızın hep iki seçenekten doğru olanı bilmek lanetiyle yaşadım. Bu büyülü gücüm ne hikmetse, hayatın bana her zaman ikiden fazla ihtimali sunmasıyla kendi geleceğim açısından faydasız oldu.
Tüm bu bilmek gücünün arasında, kendi bilinmezliğimle hapsolduğum otuz dört yıl. Fakat benim anlatmak istediğim bu değil. Otuz dört birbirinden normal ve sürprizsiz yılın ardından yaşadığım olaylar… Benim asıl anlatmak istediğim sihrimin bittiğini anladığım an.
İşte her şeyin bambaşka olduğu olaylar silsilesi böyle başladı, otuz beşinci yaş günüme girdim. Aylardan şubat, yirmi sekizinci gün. Mutlu yıllar bana.
Yıllar boyunca iki ihtimalin bilinmesi ile alışkanlık kazanmış ve kendimden geçmiştim. Arkadaşlar edinmiş, mutlu bir evlilik yapmıştım. Hatta bulunduğumuz refah seviyesindeyken bir çocuk sahibi olmak konusunda bile düşünüyorduk. Acısıyla tatlısıyla tüm hayatım benim için keyifli denebilecek seviyeye ulaştı.
Mutluluk sarhoşu bir biçimde yakın bir dostumun yeni işini kutluyorduk evimizde. Herkes oradaydı. Arkadaşımın işi alacağını bilmenin rahatlığı ile hazırlandım. Öncesinden yetiştirilmiş bir buket çiçek, akşam için aylar öncesinden satın aldığım yeni kadehler ve iki mutlu haberi aynı anda vermek için aldığım bir şişe şampanya, her şey hazırdı. Hem işin alınışını hem de eşimle çocuk yapma kararımızı kutladık. İşte o akşam arkadaşım harika bir fikir ortaya attı. Bu kutlama bize yeterli değildi. Ufak bir tatili hak etmiştik, üstelik bir bebek dünyaya getirmeye karar verdiğimiz için bundan sonraki tatillerimiz aynı olmayabilirdi. Hep beraber bir kış tatili yapalım, dedi. Soğuk havada, artık bizden uzaklaşan gençliğin enerjisine inat, dağa tırmanalım.
Olur dedik, hazırlıklar başlasın. Önümüzdeki hafta yola çıkacağız. Bir iki kişi gelip gelemeyeceği konusunda kararsızdı. Yapmaları gereken çok iş vardı. Ben birinin gelemeyeceğini o saniyeden itibaren biliyordum zaten. Alıştığım üzere hiçbir şey söylemedim. Çünkü yılların verdiği tecrübe ile insanları iki ihtimal arasından hiç yanılmadan bir tanesini bilebildiğim konusunda ikna etmek mümkün değildi. Umut beslemeyi ve hayal kurmayı seviyorlardı. Gidiş biletlerimizi aldık.
Gitmeden birkaç gün önce biricik eşim bana dönüş günümüze uçak olmayabileceğini çünkü o bölgede yoğunluk olduğunu söyledi. Ben kendimden emin bir şekilde bulup bulamayacağımızı söylemeye hazırlanmıştım ki, bilmediğimi fark ettim.
Çok tuhaf ve ilk kez başıma gelen bir şeydi bu. İki ihtimal var, ya o gün için uçakta yer bulacağız ya da bulamayacağız. Fakat ben ne kadar düşünürsem düşüneyim, ne denli hissetmeye çalışırsam çalışayım o gün ne olacağını hissedemedim.
Bir çözüm buluruz, demekle yetindim. Her zaman “iyi tahminler” yapmama alışkın olan sevgili eşim şaşkınlığını gizleyemese de başka bir şeyim olduğunu düşünüp çok üstünde durmadı.
Yolculuğumuz ve tatilimizin ilk birkaç günü sorunsuz ve oldukça güzel geçti. Lapa lapa karın ortasında tatlı ve sıcak bir ortamda akşamları gürül gürül yanan şömine etrafında hayatın getirdikleri ve götürdükleri üstüne uzun uzun sohbet ettik, yedik, içtik ve eğlendik. Ertesi gün ise büyük gündü, tırmanış günü. Sabah yola çıkacak, rehberle beraber yamaç kayalara tırmanacak, dimdik duvarların kenarına astığımız ekipmanlarımızın üstünde zemini bile görmeden termoslarımızdan sıcak kahve içecektik. Uzun bir süre daha yaşayacağımız en heyecanlı günlerden biri olduğuna inanıyordum. Biz tırmanış yolunu yürüyeduralım, arkadaşım usul usul yanıma yaklaştı.
“Hey, sence buradan döndüğümüzde şehir merkezindeki ofise geçebilir miyim? Buraya gelmeden dilekçe verdim ama kimseye söylemedim” dedi. Yutkundum. Uzun uzun önümüzdeki patikaya, rehberin karı çiğneyen botlarına baktım. Bilmiyorum, dedim. Umarım geçersin.
Bu tepki üstüne hayrete düşen eski dostum biraz buruk ama hâlâ şaşkın bir şekilde yürümeye devam ederken ben hızlanıp öndeki gruba yetiştim.
Tırmanışın ilk birkaç saati geçmişti, çok dik bir yamaçta kendimizi daha önceden oraya takılmış çengellerle sabitlemiş, paketlediğimiz yemeklerimizi yemek için mola vermiştik. Güzeller güzeli eşim yanıma sokuldu. Bebeğimiz olursa cinsiyeti ne olur diye sordu bana. Sessizce bekledim.
Karnımızı iyice doyurup içimizi ısıtacak bir şeyler içtikten sonra devam etme vakti geldi. En sol uçta rehber, ben ve ofis değiştirmek isteyen dostum duruyorduk. Rehber dönüp bize gitme vakti geldiğini ve ikimizden birinin diğer tarafa ilerlemesi gerektiğini söyledi. Aramızda bakıştık. En az on beş yıllık arkadaşım, şakayla karışık bir soru sordu bana, önce kimin gideceğini seçmek için yazı tura atalım mı?
Bu referansı elbette anlamıştım. Gülerek karşılık verdim, at bakalım.
Yazı mı tura mı?
Yazı.
Bozuk para soğuk havada dönerek yükseldi ve avcuna ufak bir “pıt” sesi eşliğinde indi.
Bütün tüylerim diken diken oldu, kafamdan aşağı kaynar sular döküldüğünü hissettim. O an sanki bütün hayatım bir şakaymış gibi geldi.
“Senin kancan nerede? Hey, sen! Senin ka- hayır hayır hayır dikkat et!”
Bir anda kendimi boşlukta buldum. Hiçbir yere temas etmeden, hiçbir yere bağlı olmadan boşlukta. Yüzlerce metre aşağıya doğru düşerken yüzümü, derimi hatta ruhumu kesen soğuğu ve o farkındalığı hissettim.
Soğuk, bir hayalet gibi içimden beni yok sayarak geçerken ne olduğunu anlamamış olan arkadaşımın kayalardan yankılanan sesi, hayatımda duyduğum son şeydi.
“Tura.”
Bilememiştim o soruların cevabını, çünkü bilinecek bir şey yoktu. Çünkü bilmek için varolmam gerekliydi. Artık olmadığım bir zamanın ne getireceğini bilemezdim. Benim için o gelecek yoktu.
Bembeyaz hiçliğe doğru düşerken gülümsedim.
Yazı mı tura mı? Bilmiyorum.